26 Haziran 2011 Pazar

KOMŞUSU DONSUZ YATARKEN, “DAMAT-TWEEN” GİYEN BİZDEN DEĞİLDİR!


Yüzyıllardır “Giyinmek sanattır” sloganını billboardlarda, radyo programlarında, televizyonlarda, reklamlarda hemen her yerde görmüşlüğünüz ya da duymuşluğunuz vardır. Kapitalist toplumlarda giyinmeyi sanat olarak gören zihniyetlere karşı bu sloganı sorgulamak yersiz hatta çok gereksizdir. O halde şöyle bir soruyla karşılaşmak kaçınılmazdır: “Çirkin giyinmek mallık mıdır?” Eski Yunan mitolojisinde tanrıların kralı “Zeus” dal daşşak gezerken de sanat oluyordu. Hani, giyinmek sanattı? Zeus’un çıplaklığını tanrıça Hera hiçbir zaman dert etmedi. Dert etmediği gibi “Kocacığım, gömleğinin altına şu sandalet olmamış, Hermes’e söyleyelim de Damat mağazasına bir koşu gidip sana siyah rugan ayakkabı alsın” hiç demedi. O halde neden giyinmek sanat oldu şimdi?
Şu üstte yazılanları bir kenara bırakacak olursak, hayatımız çoğu zaman marka tutkunu insanlarla dolu öyle ki bu marka tutkunları sizi bile -siz farkında olmadan- o fanlar grubuna dâhil edebilir. İddia ediyorum benim yakın arkadaşımın marka tutkusu sizin arkadaşlarınızın tutkusunu dövecek kadar ileri derecede. Eğer inanmıyorsanız, yazının geri kalan kısmını okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
Arkadaşın adını vermek yakışı kalmayacağından dolayı kendisini “Mr. Dizayn” olarak anons ediyorum. Mr. Dizayn eli bastonlu yaşlı bir emmi olunca hatta ölüme beş kala mağazada olacak kadar kıyafet tutkusu olan birisidir. Nerden mi biliyorum, adam mağazalardan çıkmıyor arkadaş! Hayır, çıkmasını geçtim nerde son model bir tişört, bir blue jean, bir gömlek var, reklamlardan bir gün sonra zatın üstünde.
Allah sizi inandırsın geçen gün evlerine gittim dolap, dolap değil maşallah açık büfe mağaza, seç beğen ama giy cinsinden. Önce küçük bir şok geçirdim ardından kendi kendimi sakinleştirdim. Oha mına koyim! “Oğlum sen bütün maaşını bunlara mı veriyorsun? diye bir soru da sordum tabi. Ama adamın umrunda değil aklı geçen gün Damat mağazasından alamadığı gömlek de kalmış. Kartında limit kalmamış, yoksa alırmış. Bak sen şu maymun iştahlıya! Tanrım, tek tek saymaya çalıştım bütün mal varlığını da bilirsiniz dilciyim matematiğim bir yere kadar dedi o esnada. Sayamadım! Yani sayılacak gibi değil...
Kocaman bir oda düşünün ve odayı boydan boya kaplayan büyükçe bir dolap. Pardon, haksızlık ediyorum büyükçe diyerek kocaman lan kocaman! Dolabın altı üstü içi dışı her tarafı kıyafet. Kıyafet demiyorum bildiğin mağaza duruyor karşında. Dolabın bir bölümünü açıyorum; askılara özenle dizilmiş nerden baksan 150 adet kumaş pantolon hepsi de ütülü. Ütüyü de bizzat kendisi yapar. Eminim bir gün ütü için elemana ihtiyaç duyacak çünkü sayıları her geçen gün artmakta pantolonlarının. Ha bir de henüz diktirmediği onlarca kumaş var. “Ütücü” pozisyonu için eleman arayan sitelere ilan bırakırsa hiç şaşırmam! Olur da bırakacak olursa CV’nize “İtinayla ütü yapılır” notunu yazmayı unutmayın hatta ilana başvurmadan önce benimle irtibata geçin, kendinizi işe kabul ettirmek için birkaç tüyo veririm.
Tahmini rakam verdiğim kumaş pantolonların dışında bir de kullanmadığı pantolonlar var. Onlar da başka bir yerde ikamet ediyorlar. Dilim tutuldu; konuşamadım. Önce yutkundum, ardından öteki bölmeyi açayım dedim. Zaten açmamla kapamam bir oldu. Çüş! Yuh! demeye başladım. Şaşırdığım noktaya gelecek olursam, 40 adetten fazla takım ve onların yanında 20’den fazla blazer ceket. Resmen şoktayım anlayacağınız! O anki tepkimi Avrupa Yakasının zıpır kızı Selin ifade edebilir, nasıl mı? “Oha falan oldum yani!” ve içimden: “Lan Cengiz Abazoğlu’nun bile bu kadar kıyafeti yok!” dedim.
Henüz şaşkınlığımın üzerinden saniyeler geçmişti ki öteki bölmeye bakayım dedim demez olaydım. Burhan Altıntop olsaydı herhalde o zaman diliminde elini başına koyar, küçük bir şoktan sonra dilli tutulmuş bir şekilde “Sen hasta mısın?” derdi. Katılıyorum Burhan abi hem de sonuna kadar. Adam gerçekten kıyafet hastası ama sadece kıyafet değil “marka kıyafet hastası”! Aralarında Ramsey, Sarar, Koton, Damat, Tween, Sarar, Sabri Özel, Kığilı, Hatemoğlu, Efor, Cashmere, Pierre Cardin, U.S. Polo Assn ve daha sayamadığım tonlarca markadan oluşan sen de 200 ben diyeyim 400 adet gömlek! Bunlar sadece birkaçı. Yanlış duymadınız henüz hiç açılmamış kaymak gibi jelatinleri ve etiketleri üstünde daha yüzlerce gömlek de dolapta kendilerine yer bulamadığı için kanepenin altında koli istiflenir gibi dizilmişler. Acaba hepsini giyinmek için ömrü yetecek mi çok merak ediyorum. Diyelim ki hepsini giyecek, o zaman beş dakika da bir kıyafet kombinasyonu yapıp evde gezmesi gerekecek, sanırım bu da onun 1 yıl evde durması demek!
Adamın odası oda değil mübarek birleşmiş markalar mağazası hem de en cikslerinden. Keşke o an bütün kıyafet varlığının fotoğraflarını çekip anneme gösterseydim de, “Bu kadar elbisen var, neden gidip yeni şeyler alıyorsun” demez hatta elime birkaç kuruş verip beğendiğim trenchcoat’u almak için mağazaya yollardı...
Ne yani hepsi bu mu diye? söylenenler çıkabilir aranızda. Bitmedi abi daha sayamadığım yüzlerce kot pantolon, onlarca kemer, değişik modellerde tişörtler, çeşit çeşit ayakkabı, renk renk kravat, saatler, donlar ve çoraplar... Keşke Sigmund Freud yaşasaydı da Mr. Dizayn’ı analiz etme şansı olsaydı diyeceğim de, arkadaş adamın bütün kuramlarını alt üst edecek kıyafetlere sahip; yazık olurdu Freud'a yemin ederim.
Neymiş efendim “Giyinmek sanat” değil hastalıktır. Yunan mitolojisindeki bütün tanrılara yetecek kadar bir oda dolusu kıyafetleri olan arkadaşım, olur da bir gün canı sıkılıp işten ayrılmak isterse, elindeki bütün kıyafet varlığıyla karma markaların olduğu bir mağaza açıp önümüzdeki 5 sene boyunca yetecek kadar stoğu elinde bulundurmaktadır. Ben şahidim!

Not: Peygamber efendimiz Mr. Dizayn arkadaşımla sokakta karşılaşmış olsaydı, kesinlikle şöyle derdi: “Komşusu donsuz yatarken, damat-tween marka giyen bizden değildir.”    

20 Haziran 2011 Pazartesi

DERDİM GÖTÜMDEN BÜYÜK!



  “Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR) tarafından hazırlanan Mart 2011 İstihdam Raporu'nda, işsiz sayısının 2003-2010 yılları arasında, 1993-2000 yıllarına göre 2 kat, üniversiteli işsiz sayısının ise 3 kat arttığı belirtilerek, güncel işsizlik oranının yüzde 17,68, işsiz sayısının ise 5 milyon olduğu bildirildi.” Tırnak işaretlerinden de anlayacağınız üzre bu alıntı haber 17 Haziran 2011 tarihinde tam da benim öğretmenlik işimin bittiği gün yayınlanmış olmalı ki çünkü 16 Haziran tarihinde işsiz sayısı 4.999.999 iken benimle beraber toplamda 5 milyonu buldu. Peki, istatistikler içinde yeni mezunların oranı var mı? Büyük ihtimal o da yılsonunda netleşir.

     Ulan “lisans mezunu” olup evde iş ilanları sitelerine CV bırakacağınıza, haftanın 7 günü farklı semtleri gezen pazarlarda don satın, sutyen satın; ne bileyim “domates, biber, patlıcan...” diye bağırın eminim daha fazla para kazanırsınız. Komşularınızın “Sen daha bir iş bulamadın mı?” sorularına ayaküstü maruz kalmamak için “Abla, ben pazarda don satıyorum hem de çok iyi para bırakıyor hatta yarın yeni mahalledeyiz” derseniz komşunuz bile eminim yarın don almak için yanınıza uğrayacaktır. Hem bu şekilde vatana, millete, komşuya hayırlı birer evlat olursunuz. Bok mu var sanki dört yıllık üniversite mezunu olmakta?

     Devletin de maşallahı var hani! Yakında bizim köyde de üniversite açılırsa hiç şaşırmam; hatta kazı atma törenine katılır, ilerde kendileriyle beraber çalışmaktan gurur duyacağımı dile getirip gözüme ilk kestirdiğim fiyakalı birine CV’mi tutuşturur, “Bu sizde kalsın, malum ilerde ilan falan verirseniz kimseyi aramayın, ben varım diyip telefon numaramı yüksek sesle anırırım. Zaten devletin eğitim politikalarına hiç değinmeyeceğim malum her şey ortada. En iyi üniversitemiz bile ilk beş yüzdeyiz diye göbekler atıyor. Aferin size! Sizin o küçümsediğiniz Orta Doğu ülkeleri ilk yüzde yer almayı başardı. Siz iyisi mi makale yazarken burnunuzu karıştırın veyahut parmağınızı göbek deliğinize sokup sonra bir koklayın, nerde olduğunuzu o zaman fark edeceksiniz! Siz sayın profesörler, yandaşlarınızı kendi bünyenizde yetiştirmek için duyurduğunuz ilanlarda sadece “ad” ve “soyadını” yazmayı unuttuğunuz yeğenlerinizi akademisyen olarak işe almaya devam edin. Çok beklersiniz dünyada en iyi 100 üniversite arasına girmeyi. Olur da ilk yüze girerseniz haber verin de bir tebrik koyayım size e- posta adresimden.

     Yoğun bir iş maratonundan sonra an itibariyle kariyerli işsizler arasına girmeye hak kazandım. Uzun zamandır devam eden kariyer belirsizliğim doruklara çıkmış durumda. Bunu sonlandırmaya çalışan yakın arkadaşımın teklifini reddetmek zorunda kaldım. Aslında sadece bir ön başvuru yapmamı istemişti. Pozisyon olarak havaalanında özel bir şirkete bağlı olarak anonsçu istihdam edilecekmiş, “Gel sınava gir şansını dene” dedi. Biraz daha işin detayına inince döküldü, yani o formalite icabı. Sana ayak işlerini falan yaptırırlar, elin liselisi emirler yağdırır, sen de yapmak zorunda kalırsın” gibi cümleler kurdu. Bak sen! Kalk sen Cenevreli dilbilimci ve gösterge bilimci Ferdinand de Saussure’ün ”dil” kavramına ilişkin köklü ve uzun süredir dilbilimini etkileyen görüşlerini bil, Chomsky’nin dil ile ilgili savunduğu düşünceleri öğren, Sigmund Freud’un kuramlarını kendi yeğenin üzerinde ayrıştır, Çağdaş Amerikan Edebiyatı öncülerinin yazılarını analiz et, o da yetmedi reklamlardaki dilbilimsel söylemleri bul, pragmatiks (konuşma kuralları kavramı) çalış, Lakoff oku, Shakespeare sonelerini hatmet, Emily Dickinson şiirlerindeki metaforları keşfet sonra da kalk git elin adamının fotokopilerini çek. Lan ben o işi ortaokul mezunuyken de yapardım Allahsız!

     Ne yazık ki Türkiye’de her 10 kişiden 9’unun kendi alanı olmadığı işi yaptığı gerçeğini göz önünde bulundurursak Türkiye’de sigara içme oranının Avrupa ülkelerine oranla neden bu kadar yüksek olduğunu anlamak kaçınılmaz olur. Wanna smoke? (Sigara içmek ister misiniz?) Aslında ne yazık ki ben de bu oranın içinde yer almaktayım.

     Ne yani yazın tatile çıkacağımı falan mı düşünüyorsunuz? “Yılda bir defa, daha önce gitmediğiniz bir yere gidin” diyor elin düşünürü, ulan ücretli maaşımla üst mahalleye çıkamıyordum, kimi kandırıyorsun yahu? Hem 8 ay boyunca “Şimdi eşim dostum beni kadroluyum biliyor; ücretliyim hiç kimse bilmiyor” şarkısını mırıldandım; şimdi kalkıp tatile mi gideceğim, peh?

     Düşünebiliyor munuz, millet “google,” “facebook,” “twitter” gibi siteleri ana sayfa yaparken ben “yök.gov.tr” sitesini ana sayfa yapmış durumdayım. Sık kullanılanlara da sırasıyla “ab.ilan,” “secretcv.com,” “kariyer.net,” “memurlar.net” gibi siteleri dizmişim. Sabah akşam yök’ün akademik ilanlar sayfasını F5’e presslemekten parmağım da F5 izi çıkmış durumda. Neden diye soracak olursanız beklediğim ilan çıkacak da, ben de o ilana başvuracağım diye bu azim ve sabır!

     Son birkaç aydır hayatım iyice motonlaşmış durumda bunun en büyük kanıtı Türk kası olarak adlandırılan balkonum yani göbeğim. İyice yağlandım bağlandım, burnum deseniz hala yerinde küçüleceği yok, dişlerim de İstanbul’un çarpık kentleşmesini aratmayacak düzeyde -belki başbakanın İstanbul ile ilgili projesi bana da uğrar, ben de kurtulmuş olurum bu dertten- kim bilir, boyum deseniz yerinde sayıyor, ha bir de bütün bunların üstüne işsiz oluşumu da katarsak hakikaten derdim götümden büyük!

Not: Hayatın sana dağıttığı eli oynamak zorunda kaldığın anlar var; geri kalan her şey için  “mastercard” pardon “işsizcard” demek istemiştim.

9 Nisan 2011 Cumartesi

DİKKAT: BU BİR DOĞUM GÜNÜ YAZISIDIR!

    Bir kitap okudum hayatım değişti demeyi çok isterdim; fakat bir kanka tanıdım hayatımın olmazsa olmazlar listesinde top 3’te yerini aldı. Tanışmamız, “Merhaba ben Haşan” (hoş adımı söylerken neden sert ünsüzlerdeki fıstıkçı şahap sözcüğünden ‘s’ harfini değil de ‘ş’ harfini seçmişim; orası ayrı mesele) cümlesiyle başladı. Hazırlık atlamak için girdiğimiz “muafiyet sınavının” sonuçlarına bakarken çekmişti dikkatimi deve boyuyla! kendileri. Sırtımda çantam, fen edebiyat fakültesinin 2. katında panoda açıklanan sonuçlara bakıyordum. Hazırlığı atlayanlar “başarılı” ve hazırlık okuyacaklar “başarısız” olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Ben adımın hemen yanında kocaman “başarısız” yazan gruptaydım. “Aaa ben geçememişim!” cümlesini kurduğumda yanımda bitiverdi ve işte o an o çilli suratıyla aynı sınıfta okuyacağımız haberini verdi. Listedeki “K nokta Çiğdem DURU” demek buymuş dedim içimden. Kısa süreli bir tanışma faslından sonra üniversiteyi yeni kazanmış” asi kız moduyla saliselik hızla ayrılıverdi yanımdan. İçimden, “Havanı yesinler!” sendeki hava otomobil lastiğinde de var demek geçmişti, ama erken diye düşünüp bir süre ertelemiştim önyargılı cümlelerimi. Merak etme, o cümleyi kurmadım hiç : )

    Über süper ötesi aldığı İngilizce eğitiminin hakkını verecek şekilde katıldığı derslerde aksanını konuşturuyordu daha ilk günlerde. Ee ne de olsa, kolej mezunuydu. Ama bildiğiniz burnu havada gezen kolejli tiplerden hiç olmadı. Gayet mütevazı bir kişiliğe sahipti. Yalnız gözüme çarpan bir nokta vardı. Aralarda elinde Stephen King kitabıyla sınıfın balkonunda sigara eşliğinde kitap okumayı yeğliyordu. O zamanlarda anlamalıydım bu kızın psikopat olduğunu!

    “Belki üstümüze bir kuş sıçar” da bereketli günler olur münasebetiyle ice-break saatlerimiz vardı sınıf arkadaşlarıyla ders çıkışlarında. O da birkaç buluşmaya gelir, bir iki kelime bir şeyler söyler ve ardından pıtı pıtı kaldığı yurda giderdi.

    Günler su gibi geçiyor. Hazırlık sınıfının korkulu rüyası haline gelen Academic Research (Araştırma Teknikleri) dersinde sunum yapılacağı mevzusu herkesin götünün tutuşmasına yetmişti. İşte bizi yakınlaştıran da bu sunum mevzusu oldu. Teşekkürler Esra AYDIN! Teşekkürler prezentasyon, o yeah!

    Stephen King’ten aldığı gerilim ve korku ruhunu “FEAR” adlı konuyla herkesin önünde sunacağını söyledi. Ama bir video çekmesi gerekiyordu. Hafta sonu Adana’ya kendi evlerine çağırdı beni. Videoyu falan çektik de onu kullanmadı -ne yazık ki- gerçi eğlenmek için çekilmişti o. Neyse, her Türk gibi o da yumurta kapıya dayanınca harekete geçen bir insan olduğu için slaytlarını gönüllü olarak revize ve kontrol etmeyi kabul ettim. Ben power-point denen mucizevî mereti çakmıştım daha ilk kez tanıştığımda. Fıstık gibi de sunum yaptı Allahsız. Tabi benim katkılarımı da göz ardı edemeyiz şimdi. (Çok mütevazı olduğumu daha önce söylemiş miydim?) : )

    Gel zaman git zaman arkadaşlık ruhu daha da bağladı bizi birbirimize. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez oldu, gayri. Allahın her günü beraberdik; girmediğimiz çukur; çıkmadığımız bataklık kalmadı. Vize ve finallere çalışma azmiyle sabahladığımız günlerin en eğlenceli kısmı ise ders çalışmaktan çok yaptığımız fiskoslardı. Hoş fiskoslar da başımıza dert açmadı değil! Buraya hiç girmeyeceğim* O bar sizin bu bar bizim diye diye ertesi gün okul var mı yok mu derdine düşmeden gezdiğimiz akşamların haddi hesabı da yoktu. Sayesinde kankamın, patlayan lastiği bile ehliyet almadan değiştirme kıvraklığını gösterdiğim için kendimle gurur duyuyorum. Hoş, bilenzikleri! çıkarmayı unutmuştum ama ustadan yediğim fırça bile hayat dersi olmuştu benim için.

    Kim ne derse desin, kedilerin mır mır sesleriyle boğuştuğu Mart ayında doğmuş olsa da o dünyanın en tatlı ve en asil kankası. Ne mutlu bana ki, onun gibi bir insan var hayatımda. Arada kilometre mesafeler olsa da o benim hayatımın çok önemli bir parçası. (O benim, her şeyim* bu cümleyi hatırlayacağından eminim!)

Bilmem söylememe gerek var mı: DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN!



Not: Üniversite yıllarında etinizi kesse dahi gıkınızı çıkarmadığınız bir kankanız yoksa boşu boşuna okumuşsunuz demektir!

13 Mart 2011 Pazar

Libidon mu Var, Derdin Var


Hiç dikkat ettiniz mi, etraf abaza kaynıyor, maşallah! Nereye giderseniz gidin, sizi dikizleyen bir çift göz kesinlikle vardır: sokakta, alışveriş merkezlerinde, otobüste, vapurda, iş yerinde... Hemen hemen her yerde avlanmaya çıkmış bir avcı ve avlanacağından habersiz bir av mutlaka mevcuttur. 

İster kadın olun, ister erkek; kurbanı olduğunuz bir abaza olmuştur hayatınızda. Ha, kadınsanız, çekici bir güzelliğiniz varsa ve dahası modayı takip edip “dar beyaz pantolonun içine siyah tanga ve ikizleri gösteren dekolteler çok moda” diye giyiniyorsanız” siz zaten çoktan hedef alınmışsınızdır. Peki, erkekseniz ve sıradan bir fiziğiniz, üstüne üstlük kocaman bir burnunuz varsa; bütün bunlara rağmen yine de sözlü tacize uğramışsasınz eğer, şu sözü sarf etmeniz kaçınılmazdır:Yalandan, yılandan, akrepten, hatta 04 alan öğrenciden korkmam, cevap vermedim diye laf atan "Züleyhalar"dan korktuğum kadar.” Hazır durum bu noktaya gelmişken ister istemez, “Sigmund Freud, analyze this, analyze this!” diyen Madonnaya kulak vermekten başka çare kalmıyor. 

Libido, Freud amca tarafından ortaya atılmış, insanoğlunun ana sorun kaynağı olarak görünen ve bastırılmış duyguları insan benliğinde ateşleyen terimdir denilebilir kısaca. Yalnız, Türkçede insana yaşama gücünü veren enerji olarak kullanılması daha caiz olarak kabul görür. İnsana yaşama gücü veren enerji deyip geçmeyin sakın. Çünkü hormonlarınızı devreye sokan, ‘testesteron’ ve ‘östrojen’ hormon üretimi libidonun çalışmasıyla ters değil tamamen doğru orantılıdır. Ne yani, libidomuz var diye abaza mıyız diyenler çıkacaktır belki. Ama eğer hormonlarına dur demeyi bilmiyorsan, değil abaza, tecavüzcü Coşkun sendromu yaşaman an meselesedir. Hayatta her şey bir denge üzerine kurulmuştur, bilirsiniz. Lakin, bu dengeyi alt üst eden beyni uçkurunda gezen tiplerle bu denge ‘istisnalar kaideyi bozar’ dedirtiyor ne yazık ki. Kısacası şunu demek istiyorum arkadaş: Sapıksınız! Evet, yanlış duymadınız, kontrolsüz libido, libido değildir. Başınıza ne gelirse gelsin, hepsi libidolarınızı ölçülü olarak kullanamamaktan kaynaklanıyor. Geri kalan her şeyi, Türk polisi hallediyor zaten. Dua edin, Suudi Arabistan'da yaşamıyorsunuz, yoksa çoktan hadım edilmiştiniz, benden söylemesi.

Yıkarı tükürsen libido, aşağı tükürsen libido durumları yaşayanlar çok iyi bilir. 7/24 porno izleyenlerin suçu ne diye sorarsanız? “Libido” diye cevap vermem olasıdır. Peki, porno dahi izleyemeyen köydeki çoban ne yapsın? Hayır, hemen aklınıza kötü şeyler getirmeyin, gayet iyi niyetli olduğunu çok iyi biliyoruz ama onu mıncıklayan cinsel dürtülere dur diyebiliyor mu? Ya da en son gazetelerin 3. Sayfa haberini süsleyen “Tavuğa Tecavüz Rezaleti” buna ne diyeceksiniz? Neyse, ben bu konuyu çok fazla uzatmadan şöyle söyleyeyim: İçinizdeki libidoya gerek duymadıkça, dur deyin! 

Not: Yani siz Nuri Alço’yu sevmiyorsunuz diye, Nuri Alço’nun kolanıza ilaç atıp libidolarına dur demesi şart mı?

10 Mart 2011 Perşembe

Hasretinden Sivilceler Patlattım


Mustafa Ceceli modunda “Bekle, bekle...” şarkısını söylüyorum son zamanlarda. İçim dışım arabesk oldu, ama hala yaz gelmedi. Sivilcelerim toki misali yüzümün her tarafını bastı. Hani, Toki olsa iyi de, benimkiler İstanbul’un çarpık kentleşmesini bile geçtiler; rekor seviyede yüzümü istila etmiş durumdalar. Ölüm döşeğindeymiş gibi sabah akşam “Yeter artık!” bitsin bu çile demekten yemediğim tırnak kalmadı parmaklarımda. Hoş, ayak tırnaklarıma geçecektim ki, son anda TV’de gördüğüm flaş haberle vazgeçtim. Zaten, çok geç uzuyor meretler; bir de neme lazım, yarın öbür kanser teşhisi için hastanenin yolunu tutunca doktorlar, “Hani oğlum sen de tırnak yok, git uzat da öyle gel...” demesinler diye itinayla saklıyorum onları yememek için.

‘Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır’ dedik; ama soğuklar bir türlü yakamızı bırakmadı. Zavallı kediler bile soğuktan tir tir titremekten birbirlerine kur yapamaz oldu. “Mırrrr” sesleri de yalan oldu. Geçen gün sokakta yürürken, kedinin teki, “Abi, hava durumuna baksana benim için, yarın güneşli mi, ona göre seyre dalacağım, der gibi suratıma öylece baktı. Haklı garibim, kıçını mı düşünsün yoksa fiki fikiyi mi? Neyse, önümüz Nisan ayı havalar ısınır da işlerine bakarlar kediler, canlarım benim! Havalar bir ısınıyor, bir soğuyor, arkadaş. Güneş ucundan gösterip, ardından “Nah size!” diyip bulutların arkasına saklanıyor. Hazır Mart ayı, kedi ayı demişken; şu Mart ayının nedense benim için ayrı bir yeri var. Yılın üçüncü ayı’nı kutsal bir ay ilan etmemin nedeni de çok sevdiğim değerli bir hatunun bu ayda doğması. Hayatınızda anlam ve önemi olan insanlar çok azdır, bu yadsınamaz bir gerçek; ama şu -can ciğer kuzu sarması- insan etimi kesse gıkım çıkmaz, bak burası kalmış kesmediğin orayı da kes derim başka bir etimi sunarak, yeminle. Başıma almadığım bela, girmediğim tehlike, yemediğim papara kalmadı bu güzel insan sayesinde. Allah sizi inandırsın, gel canını ver dese, o derece veririm yine de. 

En çok regal olduğu günlerde sıçmıştır ağzıma,
Onun dışında kilerini de takan yok zaten kafaya,
Öyle bir bağımlılık yapar ki insana,
Kapısının zilini çalıp kaçası gelir insanın sırıta sırıta
Al bak şiir de yazdırdı sonunda baa...

Milyonda bir bulunan nadir insanlardan biridir -çilli bomum- benim. Gençlik başında duman, ilk bayan kankan kim deseler, o’dur derim, inan. Birkaç kavga dışında -kafa göz patlatmadan- hafif atlatmışızdır o zor zamanları. Öyle bir veba ki, insanın hep hasta olası geliyor bu insanla beraber olunca. Araya kilometre mesafeler girdi, karnında laptop’ı sağında küllüğü ve bir yandan da akrobasi hareketlerle elinde çay bardağı hala gözlerimin önünde. Burnumda tütüyor üniversite yıllarında beraber yediğimiz haltlar. Nerde bir bok var, gider oraya bulaşırdık beraber. Eee, boşuna dememişti annesi, “Çok gezen tavuk, ayağına bok bulaştırır diye!” Şey, teyze valla ben horozum; hepsi onun suçu da diyemiyordum annesine. Ne yani bu yaştan sonra da ispiyoncu mu olacaktım, canım teyzem benim? Hele bi ağzımı açayım, Adana şivesiyle “Aboov, göt, bok seni” der, 1. sınıfta grammar dersinde sıkıntıdan en arka sıraya geçip oynadığımız S.O.S oyunundaki gibi üstümü çizerdi vallahi. Üstümü çizmek bir yana donumu asardı fakültenin bacasına. Kıyamaz lan, kankam bana. Öfkesi tam tamına 10 saniye sonra bir balon gibi sönüyor, hem de öyle bir sönüyor ki, sonrasındaki artçı depremler laf sokuşlarına bırakıyor yerini. “İntikam, soğuk yenen yemektir” ayağına yatıp tuvalette bile huzur vermez. Huzur verse, çok geçmeden “Ne pis kokutmuşsun lan?” der sifonu çeker, salona girer, Facebookta yorumlarıyla ima eder.

Gel gelelim okul bitti, çattık kaşları, ayrılık baş gösterdi. O baba ocağında beynel-milel sales manager, ben de okutman hayaliyle deneyim yaşadığım okulda öğretmen. O Akdeniz’de, ben Güneydoğu’da. O arada bir İstanbul’da, ben Mardin’de. O evlenme telaşında, ben nikâh şahidi olma derdinde. Ne olursa olsun, o bir gün benim ziyaretime gelecek ve anamın meşhur kaburga dolmasının tadına bakacak. Bakacak bakmasına da havalar da bir türlü ısınmadı gayrı, valla ‘hasretinden sivilceler patlatmak’tan sıkıldım. Gelsin artık bahar ayları, up’lansın kankamın libioları...


Not: Kredi kartına 24 ay taksit yaptırmaktansa, sağ yanağına tokat yerken, sol yanağını çevirdiğin bir kanka yap, hayat o zaman paha biçilemez olsun!