23 Şubat 2011 Çarşamba

BOY KOMPLEKSİM VAR, DAĞILIN ULAANN!

      Geçen gün Allah sizi inandırsın, 1.90 boyunda çam yarması bir çocuk gördüm, ağzının ortasına bir tane geçirmek geldi içimden de hoş uzansam dahi boyum yetmeyecek o derece uzun boylu çocuk. Götüme baka baka eve döndüm. Lanet ettim genlerime aynanın karşısında saatlerce. Babamın kromozomlarına küfrettim, oturdum kaderime sövdüm. Liseli ergenler gibi Kekillinin “Bu Akşam Ölürüm, Beni Kimse Tutamaz*” adlı şarkısını dinleyerek ölmek istedim lan. İsyan ediyorum, “Tanrım, bu canımı sen verdin boyumdan dolayı ben alayım”diye. Hatta o da yetmezmiş gibi tırnaklarımı yiyorum yemek niyetine kıtır kıtır. Ardından geçmiş günlerim geldi aklıma; bunda saat başı biberonu ağzında şapırdata şapırdata süt içen yeğenimin katkısı oldu tabi. Piç bildiğin günde 2 litre süt içiyor. Ne zaman ağlasa dayıyorum biberonu ağzına: “Mesele süt içmek değil; mesele boyunu uzatmak yeğenim” diyorum dayı* misali. Hazır mevzu süt içen yeğenimden açılmışken ilkokuldaki anımla başlayayım size.

     İlkokul 4. sınıftayım, çıtı pıtı sevimli bir öğretmenimiz vardı, ince uzun burunlu bir bayan. Kadın o zamanlarda fark etmiş benim götten bacaklı olacağımı ki her gün süt içeceksin diye dikte ediyor. Tutturdu annene söyle her gün süt bıraksın beslenme çantana. Yalnız ben nefret ediyorum sütten; hala da içemem mereti. İçtiğim gün tuvalette geçiririm günümü. Bağırsaklarımla pek anlaşmaz bu sıvı. Cırcır oluyorum içtiğim gün mesela; zart zort sesleriyle günümü zehir eder bana yarım yağlı süt olsa bile. Öğretmen sadece bana değil benimle aynı kaderi paylaşan bir kız arkadaşıma da takmıştı “Sen de süt iç” diye. Şükürler olsun, bu kaderi yaşayan bir tek ben değildim o sınıfta. Kader arkadaşım, beyaz tenli, kısa küt saçlı, hafif çekik gözlü çirkin mi çirkin bir şeydi işte. Yalnız sadece süt içme konusunda değil madem ‘bücür’ bunlar yan yana otursunlar diye bizi en ön sırada oturturdu pinokyo burunlu örtmenimiz.

    Sıra arkadaşım olan hatunun adını vermeyeyim; çekik gözlü ya ‘Japon’ diye bilin siz. Ben ve Japon Allahın her günü öğretmenin gönlü olsun diye sütümüzü derste mal gibi hüplete hüplete içerdik; yalnız ben çoğu zaman –örtmenim babam bana süt alamadı bugün- demagojileriyle Yeşilçam filmlerindeki küçük Emrah* gibi kaşlarımı ortada buluşturan oyuncu yeteneğimle kandırırdım örtmeni. O da inanırdı saf gibi ehue ehue: ‘Tamam’ derdi. Bu Japonla kaderimiz sadece süt ve sınıfta ön sırayı paylaşmakla kalmıyor aynı zamanda Andımız, İstiklal marşı merasiminde de ön sırada kesişirdi. Ne kadar iğrenç bir durumdur en ön sırada olmak, nasıl acımasız bir histir anlatamam demeyeceğim; anlatıyorum. Boy sırası diye diye develeri en arkalara yerleştirirlerdi bilirsiniz. Gıpta ederdim en arka sıradaki veletlere. Çok pis koyuyordu abi ön sıradan arkaya doğru bakmak. En arka sırada olmak için nelerimi vermezdim ah ah! (İnanın verdim.) Beslenme çantamdaki tostumun yarısını (içim kan ağlaya ağlaya) verdim. Sınıf arkadaşım Sarı lakaplı, uzun boylu çocuktu tostun yarısını verdiğim kişi. Çocuk, Rusların dölünden düşmüştü adeta. Uzun boylu, sarı saçlı, renkli gözlü maymun familyasından gelmiş bir gorildi. Çocukla bir sonraki gün için anlaşma yaptık; o gün ön sırada benim yerime geçecekti ben de en arka sıraya onun yerine. Piçin ağzı kulaklarına vardı duyunca anlaşmayı -özellikle de tostu- . Bildiğin aç, Afrika’dan taşımalı geliyordu okula sanki. O zamanlarda tost yemek de baya daşşaklıydı hani; belki ondan dolayı teklifimi tereddüt etmeden kabul etti.

     Her çocuğun başına gelmiştir erkenden uyanmak zorunda bırakılmak, işte yine hafta içi bir gün karga bokunu yemeden uyandırılıp, o çapaklı gözlerle sabahın köründe okula yollandığımız bir gündü. Sanki bok var anasını satayım. Saat 9’da falan başlasa ya dersler, bu da ayrı bir mevzu. Neyse, deli bir sevinç var içimde, ama nasıl mutluyum. Sabah mıçarken bile aklımda arka sırada olacağımın hayali vardı. İlk kez bahtiyar bir şekilde pıt pıt gidiyorum okula. Bekliyoruz işte okulun bahçesinde; kızlar kah zıplıyor kah ip atlıyor; erkekler -bizden büyüklerimiz- sanki hayatlarında daha önce hiç oyun oynamamış abazanlar misali İspanyolların boğa güreşlerindeki boğaları aratmayan azmışlıkla oradan oraya koşturuyor itler. İzliyorum ben de bön bön. Sarı da yanımda, beslenme çantama bakıyor öküz. Dedim ya aç bu. Utanmasa hemen isteyecek ama ben de o göz var mı? Önce ‘iş’ sonra ‘aş’ dedim. Salyalarını akıta akıta “he he” dedi mal. Zil çaldı, müdür bağırıyor: “Sıraya girin, hayt huyt!” falan diye. Eee biz de koyun misali dizildik ip gibi. Tanrım, çok mutluyum. Sarı en ön sırada, ben ise krallar gibi en arkada kıçımı kaşıyorum. Oley! diye bağırıyorum içimden. Yanımdaki sınıf arkadaşımla konuşuyorum. Değmeyin keyfime lan! Sanki Osmanlı padişahı oldum devlete, o derece böbürleniyorum kendimle. Öğretmenler, sıra olduğumuz alana doğru gelmeye başladılar. Aha, bizim öğretmen! Yalnız kafamı yan taraftan uzatınca görebildim kendisini. Bizim Sarı en ön sırada boyundan dolayı fark edilmiş olacak ki öğretmen ona doğru gidiyordu. Kesin, “Oğlum, ben size –boy sırasına– göre sıraya girilecek demedim mi?” demiştir. Şu boy sırası olayını da ne diye çıkarmışlarsa küfretmek için zor tutuyorum kendimi valla billah. Hiyerarşiye adımları o zaman lanse ediliyor anlaşılan. Temeli o zamanlarda atılan şu boy sırası mantığı: “Bakın, götten bacaklılar öne, çam yarmaları” arkaya şeklinde. Bırakın herkes istediği yerde sıraya girsin abi, olmaz mı? Çok geçmeden öğretmen ve Sarı arka sıraya doğru yürümeye başladılar. Ben durumu fark ettiğim an papara yememek için iyisi mi aralardan sıvışıp önlere doğru yol almak. Ortalardan itip kakıyorum veletleri. Hah, nihayet en ön sırada Japon’un yanındayım. “Yırttık oğlum!” diyorum içimden; ama demez olaydım! Rahat! ve Hazır ol! komutlarından sonra dombilik Müdürümüz andımızı okutacak bir lavuk arıyor. Bir iki göz attıktan sonra bizim sınıfın olduğu sıraya bakıyor. En önde olmanın dezavantajları yine baş gösteriyor, shiiit durumları yani anlayacağınız. Çarşaf gibi ortada duruyoruz maalesef, saklanacak yer yok. “Sen gel!” dedi işaret parmağı beni gösteren koca parmağıyla. Al işte, “Hiçbir şeyden çekmedim boyumdan çektiğim” kadar dedirtecek bir durum. Kaçarı yok, okuyacağım eşekler gibi. Neyse, geçtim okudum, veletler de ripit aftır mi hesabı tekrar ettiler... Ezberim iyi o zamanlarda. Yalnız sonra bir köreldim ki sormayın. Üniversitede bir cümleyi dahi aklımda tutamaz hale geldim. Ama sorsanız, hangi arkadaşın ne marka kot giyinir diye hepsini tek tek söylerim; öyle de mal biriyim işte, hehe.

    Sarıyla anlaşmamız gereği beslenme çantamdaki tostu paylaştım teneffüste, eee ayıp olurdu şimdi cazgırlık çıkarmak. Pisipisine gitti tostun yarısı. Piçin gözü hala beslenme çantamdaki meyvelerde. Bas git, “Afrikalı aç goril” seni! Anlaşma neyse o! Vermedim tabi beslenme çantamdakileri. O da ısrar etmedi zaten, tostu kaptığı gibi hop dışarı. Kesin kuytu bir yerde kimse görmesin diye midesine 1 dakikada indirmiştir belgeseldeki akbabalar gibi. Gitti güzelim Ayvalık olmayan, ev yapımı tostum!

    Geçmiş mazimde bir yara misali bir türlü barışamadım şu boyumla. En büyük kompleksimdir Allah var. Tabi listem o kadar kabarık ki, ilk sırada götten bacaklı olmam, ikinci sırada Up* filmindeki emmioğlunun koca dolma burnu gibi olan kusurlu burnum, üçüncü sırada İstanbul’un çarpık kentleşmesini aratmayan düzensiz dişlerim ve dördüncü sırada Arnold Scwazchenger* gibi olmayan-olamayacak baklavasız, şekilsiz vücudum... Yazmaya kalksam liste bir padişahın fermanı misali uzar gider de, boş verin şimdi....Tanrım senden araba, ev, yat, kat, Adriana Lima* falan istemiyorum valla; şöyle Spartacus* gibi bir vücut istiyorum. Onu da çok görme bana agu agu. Vücut mevzusu listenin geri kalan kısmında, ben en iyisi (back to mevzu) götten bacaklı olduğum konusuna geri döneyim tekrardan. Dedim ya cins adamın tekiyim diye, nerde uzun boylu bir hatun ( kankam olur kendileri), filinta gibi delikanlı ( dostum, ev arkadaşım ve sırdaşım) birisi var, gider onlarla arkadaş olurum. Bana kaderimin bir oyunu olan bu boy kompleksi son zamanlarda iş yerindeki uzun boylu zattan
( okulumuzun en uzun boylu örtmeni ) da kaynaklanmıyor değil hani. Eziğim lan yanında o derece. Onun hormonları mı çok çalışmış yoksa benimkiler mi yerinde saymış hiç bilmiyorum. “Tanrım beni baştan yarat” diye bir şarkı var ya, aha işte o benim için yazılmış. Ciddi ciddi ana rahmine tekrar dönmek, doktorların genlerimle oynayıp beni öyle doğurtmalarını istiyorum. Ya da ilkokul sıralarına ışınlanıp sürekli mızmızlık yapıp içmediğim sütleri Pınar süt reklamındaki çocuklar gibi lıkır lıkır içmek, ardından üst dudağımdaki sütü hop diye yalayıp 1 cm falan uzamak istiyorum.

    Bazen oturup düşününce suç bende değil diyorum, suç Fatmagül’de de değil! Eee suç kimde o zaman? Bütün bunların suçlusu ‘genlerim’. Sorun genlerimde abi. Büyük büyük dedelerimin -ne olurdu da deve gibi boyları- olsaydı ha? Neden geleceğime, kariyerime, prezentabl bir kişi olmama engel oldular ki? Ağzına mıçayım hepsinin; keşke Kutluay* ailesinin üyesi olsaydım ya da NBA’daki Jordan*’ın oğlu olsaydım diye düşünmüyor değilim ara sıra.

    Annem, babamla evlenmeden önce geleceğimi düşünüp reddetseydi babamı keşke. Ama nerdeee? Hepsi baba tarafının suçu, işte buldum sorunu. Babamın genlerinde problem! Oysa bak anne tarafına; dayılarımın hepsi deve gibi ama ben cüce. (Hep nefret etmişimdir zaten şu deve-cüce oyunundan ilkokul sıralarında.) Duygusal çöküş yaşadığım oyunlardan birisi: deve- cüce; yok ebenin....!!! Birileri cüce olduğumu sürekli hatırlatmak zorundaki öyle bir oyun bulmuş mallar peh! Ama anneme de kızmıyor değilim. Neden yumurtalıklarıyla konuşmadı ki gizli gizli, babamın kromozomlarını dövdürüp sadece onunkileri işleve soksaydı, olmaz mıydı? Of oğlum of! kimi suçlayacağımı şaşırdım Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisindeki Mustafa* gibi...

    Bildiğim bir tek şey var o da: “İçime ata ata ne hale düştüm tuta tuta boyum uzamadı.” Hayır ilerde çocuklarıma bunun hesabını nasıl vereceğim, onu düşünüyorum şimdiden. Çocuklarım ve torunlarım, boyumdan dolayı sövmezler mi bana? Adıma lanet hutbesi indirmezler mi gece gündüz? Ne yapayım oğlum, evladım benim suçum yok bütün suç dedenizin genlerinde mi diyeyim? Ya oturup kaderlerine ağlarlarsa onlar da benim gibi sabah akşam? Ya beni götten bacaklı tontiş dede diye çağırırlarsa? Beyinlerinin pekmezini akıtırım yeminle. Bastonumla kırarım hepsinin bacaklarını tek tek. “Hayda rinna rinna ninanay” derim lan, ben ki Deli Yürek* izlemiş biriyim ona göre ayaklarını denk alsınlar. Acımam yeminle, sıkarım bacaklarına Polat* gibi veyahut Sekiz* karakteri gibi psikopata bağlarım hepsini vesselam...

*Bu Akşam Ölürüm, Beni Kimse Tutamaz: Murat Kekilli’nin 90larda çıkış yaptığı ve ardından gelen intihalarla ergenleri tuzağına düşüren melankolik intihar şarkısı. 

*Dayı: “Tekrarı Olmayan” Ezel dizinin daşşaklı yaşlı dayısı ve durduk yere nasihat vermeyen, her nasihatında “Yeğenim” diyen herif.

*Küçük Emrah: Türk Sinemasının unutulmazlarına giren annesi ,amcası tarafından fiki fiki için kandırılan, kaşlarını ortada buluşturup türünün ilk ve son örneği olan mazlumun teki.

*Arnold Scwazchenger: Hemen hemen her erkeğin hayalindeki kaslı vücuda sahip ve milyonları body-building için spor salonlarına dolduran Germen kökenli ABD vatandaşı ve şu an pörsümüş vücuduyla Californa eyaletinin valisi.

*Up: Aşkın ne demek olduğunu öğreten dolma burunlu Carl Fredrickson karakterinin bulunduğu ABD yapımı, Oscar’a aday gösterilen animasyon film.

*Adriana Lima: Çoğu 'Abazan' erkeğin evinde bulunan FHM, Boxer dergilerinin kapak yıldızı, osbir çektirecek derecedeki seksiliğiyle erkeklerin hayallerini süsleyen manken hatun.

*Spartacus: Son zamanlarda Starzz adlı kanalda izlenme rekorları kıran, dal daşşak ortada gezinen Gladyatörlerin cirit attığı arenalarda, işte Gladyatörlük budur! dedirten, erotik-porno karışımının doruklarda tutulduğu dizi ve dizinin adını aynı zamanda kendi ismiyle paylaşan kaslı ve savaşçı karakterin ta kendisi.

*Kutluay: Çocukları uyutmak için saat 9’dan 10’a kadar reklam aralarında pırtlayan ve Demet Akalın'ın eski vurucusu olarak bilinen, şu an Demet Şenerle evli ve bir çocuk babası İbrahim adlı uzun boylu basket oyuncusu.

*Jordan: Beynel-milel üne sahip, NBA’nın gülü, kodum mu oturturum deyip basketi 3’lük atan negro basketçi.

*Mustafa: Fatma Gül’ün Suçu Ne? adlı dizide dillere destan güzellikteki nişanlısının tecavüze uğradığını öğrendikten sonra kendi elleriyle yaptığı evi ateşe veren, ilerleyen bölümlerde İstanbul’a iş için giden ve tecavüzcülerle iş birliği yapan dangoz herifin teki.

*Deli Yürek: Kuşçuya gidip çay parası ödemeyen Yusuf adlı karakterin oynadığı, silahların an be an konuştuğu 1999 yapımlı Türk dizisi.

*Polat: Türkiye’nin gerçeklerine çomak sokan Kurtlar Vadisi ve ardındaki serilerle -hatta filmi çekilmiş- yıllardır maço Türk erkeklerini ekrana kilitleyen, sürekli kanal değiştiren dizide oynayan zat.

*Sekiz: Türk dizilerine yeni bir soluk getiren Ezel dizine birkaç bölümlük girip, Türk erkeklerin saçının ve sakalının değişmesine öncülük eden, kaşı üstten şekilli yarılmış, genç kızların yüreklerine su serpen, aynı zamanda Aşk-ı Memnu dizinden de tanıdığımız yengesini baştan çıkaran ve fırsatını bulduğu an yengesini mincikleyen  dahası Arap kanallarında meşhur olmuş, EZEL dizisinin reytinglerine reyting katan hastalıklı psikopat, 8 rakamıyla anılan filinta delikanlı.

ARTIK YUMURTAM KIRILINCA AĞLAMIYORUM

Bir Durum Varsa Biz de Bilelim Hacı!
Sigorta işlemlerini yaptırmak için sıraya giren yaşlı emmilerin,“Eğitim düzeyiniz nedir?” sorusuna yanıt olarak verdikleri “İlkokul terk” cevabına, ben büyük ihtimal -Anaokulu terk ama Üniversite mezunu- cevabını verirdim. Tabi ki görevli memurun “hönk” bakışlarının altında “Kesin, bu mal, benimle daşşak geçiyor!” en iyisi sıradaki gelsin demeden önce “Verdiğin cevaba uygun bir kayıt bulunamadı gardaş, bilgilerini kontrol et, tekrar gel, sıradaki!” diye bağırıp siktiri çekerdi. Madem, işlem yaparken apış arasını kaşıyan, emeklilik yaşı geçmiş, evde oturup avratın dırdırını çekemeyecek kadar muşmula suratlı görünen tek kaşlı Recep İvedik kılıklı amcanın verdiğim cevaba bağlı destansı hikâyemi dinlemeye niyeti yok, bir an önce lazer epilasyona girsin bence. Valla, görüntü kirliliği yaratıyor diye belediyeyi arayıp şikâyet ederim!

Şok, Şok, Elektro şok,
Siz hiç yumurtası kırıldı diye anasınıfı hayatı başladığı gün son bulan beş yaşında çaresiz bir çocuğun hikâyesini gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde okudunuz mu? Peki, televizyonda Mehmet Ali Birandın eşsiz yorumları eşliğinde “özel haber” olarak izlediniz mi? Böylesi bir haber okumadıysanız ya da duymadıysanız mendilleri hazırlayın, çünkü trikotajla hiçbir ilgisi olmayan “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinin know-it-all Osman’ının pabucunu dama attıracak daha hüzünlü bir hikâyeye tanık olacaksınız. Mendilleri hazırlayın dediysek ağlamak için değil canım, okurken mukusunuzu silmek için...

Vıdı vıdı Sorular, Dilinizi Eşekarısı Sokasıcalar,
Yeni tanıştığım insanların sohbet arasına sıkıştırdığı, “Kaç kardeşsiniz?” sorusunu -eğer çok kardeşli- bir ailenin üyesiyseniz muhtemelen “Kaçıncı sıradasın?” sorusu takip eder. İşte, beni dumura uğratan bu ikinci soru, en basit matematik sorularını çözerken parmaklarını kullanan 2. sınıf öğrencisi yeğenimin mutsuz bir surat ifadesi gibi bir yüz ifadesi takınmama neden olur. En büyükten küçüğe doğru “beş”, en küçükten büyüğe doğru “dört” gibi bir cevap vermek, benim için matematik özürlü bir dil eğitmeni için dünyanın en zor işlerinden biri olsa gerek. İnanın, “simple present tense” ve “continuous tense” arasındaki farkları öğretirken bile bu kadar zorlanmıyorum.

Hesap Makinesi Şurada Olacaktı,
“Bisküvi denince akla” diye sorulduğunda, “Tamam şimdi buldum” dersiniz ve leb demeden leblebiyi anlayan kıvrak zekânızla “Eti, eti, eti!” cevabını verirsiniz. Oysa size “Büyükten küçüğe doğru beşinci, küçükten büyüğe doğru dördüncü sıradayım ve buna göre ben kaç kardeşim aa dostlar diye sorsam” eminim çoğunuz “Yürü git cicoz, bu yaştan sonra ALES mantık sorusu mu çözeceğiz!”, “İşimiz gücümüz var” diyip başınızdan def edersiniz yeminle. Ne yazık ki, bana yöneltilen soruları cevaplamama şansım olmadığı için yeğenim gibi parmaklarımı kullanıp “beş” ya da “dört” rakamından birisini söylemek zorunda bırakılırım. “Kim beş yüz milyar ister?” programına katılmış, beş yüz milyon için yarışan finaliste soru soran Kenan Işık gibi pezevenkler aldıkları cevaba ağzını büzüştürüp “Emin misin? ya da “Son kararın mı?” gibi deli saçması sorularla leş kargalarını aratmayacak şekilde başıma üşüşüp her daim kafamı karıştırmak için hayatımda var olacaktır: “Ne mutlu hazırım diyene!”

Ya evde yoksam! 
Vahşi doğadan uygar yaşama geçmeyen, henüz evrimini tamamlamamış beş yaşlarında homosapien bir velettim. Evin tekiri, ailenin maskotu, akrabaların favorisiydim. Ben, yeni nesil ağzına terlikle vurulacak kadar konuşan bebelerden hiç olmadım. Annem, “Sezercik Küçük Mücahit” filmindeki gibi Rum adamın teki gelip “Sana oyunzaklar alazaiim..” repliğiyle beni kandıracak korkusuyla dışarı çıkmama pek izin vermezdi. Keşke kaçırılsaydım, fena mı olurdu Rumca öğrenirdim, anasını satiim.

Biri okul mu dedi?
Bizim zamanımızda Nimet ablamız yoktu tabi bizi anaokuluna teşvik edecek. Sağ olsun bizimkiler -nerden estiyse- yazdırmışlar anasınıfına. Benden sorumlu öğrenci bakanı olarak da beşinci sınıfa giden büyük ablamı görevlendirmişler. Zavallı ablam nerden bilecekti ki başına gelecekleri? Hafta sonu okula başlayacağımın telaşı sardı bizimkileri. Okula annem ve diğerleri (babam, kardeşlerim, vb.) gidecek sanki, telaşı yapan da onlar alışverişi de. Çarşıya çıkıp bebeye beslenme çantası ve matara alalım demişler. Sağ olsunlar almışlar da en daşşaklılarından. Benim arkamdan işler çeviriyorlar; ben ise bahçede çamurdan araba yapmakla meşgulüm bir de sümüklü komşu kızının saçını yolmakla. Allahtan o zamanlar önlük ve yaka derdi yok; donla gitsen alacaklar seni, o derece. Bu yüzden hiç öyle uğraşmadı bizimkiler tırı vırı şeylerle hatta durumdan istifade harcamadıkları paraları kısır, börek, pastaya harcayıp altın gününde şakkıdı şakkıdı oynayıp komşularla göbek attılar.

Şşşt, onu değil beni poke edin,
90lı yılların kapkara önlüğüyle rahibeleri aratmayan ablam okula gitmeden önce son hazırlıklarını yapıyor. Ben de burnumu karıştıyorum sabah sabah kapının önünde gizlice. Nihayet hazır ablam çıkmak için. Bel fıtığına zemin hazırlayan bir çuval kömür ağırlığında çantası sırtında (ki o günden bugüne hiçbir şey değişmemiş) evden çıktık. Yollu oldum oğlum pardon okullu diyecektim, hehe. İşte, çokta uzak bir mesafede olmayan okula doğru yürüyoruz tın tın. Elimde nasıl taşındığına dair kullanma kılavuzu olmayan beslenme çantası ve boynumda sanki okul susuzluktan kırılıyor havası yaratan önceden doldurduğum mavi renkli Mickey Mouse mataram. Kapısından girdik mi okulun? Benim gözler hala kapalı da! Abla, geldik mi?

Yumurta Neydi? Yumurta İyilikti, Dostluktu, Yumurta Emekti...
Mini mini birler, çalışkan ikiler, tembel üçler dizilmişler sıraya. Ablam hızlı adımlarla beni adını bile öğrenemeyeceğim -öğretmenim olamayacak- kadına teslim etmiş kendi elleriyle ve sırasına koşmuş. Bilmem hangi eğitim-öğretim yılının konuşmasını yapan gözlüklü bir amca öğrencilere seslenmiş. Ve İstiklal Marşı başlamış, “Korkma, sönmez bu şafaklarda,....................” O esnada aklıma nerden düşmüşse, şeytan mı çelmişse, artık her neyse. “Oh my goodness!” dedirtecek şaşkınlıkta kırılmış yumurtayı fark etmişim. Elime alıp incelemişim, ardından koparmışım çığlıkları, yolmuşum saçımı başımı, yerlere atmışım kendimi, “Kınalı Kar” dizisindeki “Deli Kamber” gibi ordan oraya koşturup hıçkırıklara boğulmuşum. İstiklal Marşı” boyunca hiç durmadan ağlamışım -hatta- sonrasında bile. Hiçbir güç beni susturmaya yetmemiş, koştur koştur ablam gelmiş. “Sen iyisi mi al götür mal kardeşini” demiş hiç tanışamadığım anasınıfı öğretmenim. “ İnsan yumurtası kırldı diye ağlar mı diye sormayın, ben ağladım neden mi çünkü yumurta canımdı, kanımdı, benden bir parçaydı...

Yetti gari Allah, Haydi Bana Yallah,  
Öğretmeninden izin alıp eve getirmiş ablam beni. Ne oldu diye sorduklarında: “Yumurtası kırılmış diye bastı feryadı, sanırsın etini koparmışlar piçin, bütün çığlıklarıyla okulu inletti” daha götürmem ben şu bebeyi okula” demiş. Ben demedim mi size başına geleceklerden bihaber diye ablam? İşte benim hiç başlamayan anasınıfı serüvenim bir anda son buldu.” Fotoğraf albümünde anasınıfına dair ölümsüz bir pozun var mı diye soranların karşısında hep boynum bükük kalmıştır. Nasıl gülümseyeyim bre dostlar! “Her insanın hayatında dönüm noktaları vardır ya, kırılan yumurta benim daha “hoş geldin” evladım demeden “güle güle” dedirtti örtmenime... Elveda anasınıfının renkli masa örtüsü, uyuyamadığım yatak, minicik masalar, çeşit çeşit oyuncaklar, elveda tanışamadığım örtmenim, elveda dövemediğim erkek arkadaşlarım, elveda mıncıklayamadığım kız arkadaşlarım. Sizi her ne kadar tanıma şerefine nail olamamışsam da, ay lav yu...

 Ben Eremedim Muradıma, Nimet Çıkamasın Kerevetine,
Milli eğitim bakanı Nimet Çubukçu, Türk milli eğitim sistemini daha iyi bir seviyeye getirme konusunda istişare toplantıları düzenleyip, Avrupa eğitim modelini uygulamak için deneme tahtasına çevirdiği öğrencileri kullanarak kıçını yırta dursun, benim anaokulunu terk etmeme neden olan -yumurta hikâyesini- duysaydı, mezun olmasını beklediği yüzlerce okul öncesi öğretmeni adayına “Höyt möyt, kırın dizinizi evde oturup “Facebook’a girin”, “ataması yapılmayan arkadaşlarınızı poke edin”, “abudik kubidik videolar paylaşıp xxxx bunu çook beğendi gibi mal mal yorumlar yapın ” diye art arda basın toplantıları düzenler ve yeni uygulamaları hayata geçirmek için Denizli’deki “Leza yumurta çiftliğine” gidip milyonlarca tavuğu bizzat kendi elleriyle katlederdi.

Fin

ALACAĞIN OLSUN FACEBOOK!

Countrylife'ta
bir değirmenim var ki dillere destan,
buğdayı bir anda öğütüp un yapıyor çuval çuval,
arılarım,
vızır vızır bal yapmak için sürekli çiçeklere konup canla başla çalışıyor,
ineklerim,
durmadan yonca yiyip süt yapmak için geviş getiriyor,
tavuklarım,
mısırlar olsun da yiyelim, sahibimize yumurtlayalım diye önlerine konacak mısırların büyümesini bekliyor;
YALNIZ,
Öğrencilerime bak,
ödev yap derim evde suların kesildiğini bahane ederler! ki çoğu ödev yapmaktan aciz,
alacakları eksilerle yaşamayı kendilerine yaşam felsefesi edinmişler,
'ders kitabı' desen ya kaybetmişlerdir (eminim yalan söylüyorlardır keratalar!) ya da çantalarına koymayı
unutmuşlardır ne hikmetse,
tahtaya yazılanı deftere geçirmemek için defterlerinin evde inzivaya çekildiğini söylerler,
"kaç kişi kitap okuyor?" diye sorsam, bir elin parmak sayısını geçmez kalkan parmaklar,...
Ama işte burada büyük harflerle yazılması gereken acı ama gerçek bir AMA var ki sormayın:
AMA,
Onlar ki Facebooktan çıkmak bilmezler (müptelası olmuşlar adeta );
7/24 facebookta paso yorum yaparlar,
olağanüstü videolar paylaşırlar,
ilginç nickler beğenirler,
ağızlarını büzüştürüp converse ayakkabılarla çekilmiş resimlerin olduğu albümleri yayınlarlar,
biraz daha büyük olanları aşk acısı çektiklerini -her halinden- belli videolar paylaşırlar (ki bunların çoğu isyankar ergen grubuna dahildir),
kızlar ise kendilerini ifade etmek adına EMO (yeni nesil duygusal ergen modu) grubuna dahildirler; güzelim Türkçemizi katletmek adına and içmişler,
daha cesur olanları "in a relationship" (ilişkisi var) durumunu işaretlerler (yalnız bu her hafta değişir)- siz bir de altında dönen yorumları okuyun illallah dedirten cinsten!,
bir kısmı ise hayatın sadece facebook'ta aktığını düşünüp "Ne düşünüyorsun?" kısmını her Allahın saati güncellemekle meşguller, bla bla bla...

İŞTE,
Dayanamadım kalktım ben de Facebook'a olan kızgınlığımı cümlelere döktüm; gerçekten alacağın olsun 'FACEBOOK' Senden öğrencilerimi geri istiyorum!

22 Şubat 2011 Salı

Tesadüf Senaryosu...

Yalnızsınız…
Uzun zamandır hayatınıza hiç kimse girmedi,
Birazdan kapınız çalacak,
Kimden geldiği bir sır gibi saklanan güzel bir çiçek alacaksınız,
Çiçeğe iliştirilmiş küçük bir not: “Let there be more joy in your living…”
Şaşırmış bir şekilde önce çiçeği koklayacaksınız,
Ardından notun kimden geldiğini düşünmeye başlayacaksınız,
Çevrenizdeki kişileri bir bir düşüneceksiniz,
Hayır, bulamıyorsunuz işte,
Çünkü çiçeklerin sahibi en ufak bir ipucu bile bırakmamış,
Sadece, “Yaşamına biraz renk kat” demiş,
Bir anda aklınıza nottaki cümleyi araştırmak gelecek,
“Let there be more joy in your living…”
Olmadı, yine bulamadınız bir ipucu,
Siz bunları düşünürken,
Telefonunuza kısa bir mesaj gelecek: “Orkideyi çok seversin…”
Evet, kim olduğunu bulabilmek için güzel bir ipucu yakaladınız,
Telefon numarası…
Ama?
“Aradığınız numara kullanılamamaktadır” diyen sekreterin sesiyle karşılaşacaksınız,
İşte o an deliye döneceksiniz,
Kim olduğunu merak etmek içinizi kemirecek,
Günlerce düşüneceksiniz “kim?” diye,
Ama aynı zamanda mutlu olacaksınız;
Çünkü yalnızsınız…
Bunu bir kenara bırakıp kim olduğunun peşine düşeceksiniz,
Ve binlerce soru ardı ardına sıralanacak,
Kim olduğuna dair…
Herkesi, her yeri düşünmeye başlayacaksınız,
Okul…
İş yeri…
Mahalle…
Apartman…
Bütün ihtimaller…
Fakat hiç biri sizi doğru kişiye götürmeyecek,
 “Kim olabilir?” sorusu daha da yer edinecek beyninizde,
Yatarken, işe giderken, evde otururken, gezerken,
Her an, her yerde…
Günlerce kim olduğunu düşüneceksiniz,
 “Nasıl düşünemedim şimdiye kadar” diye bir anlık sevinçle,
Çiçeklerin geldiği dükkana koşacaksınız,
Ne yazık ki!
“İnternetten sipariş edilmiş” diye bir cevapla karşılaşacaksınız,
Peki, kart numarasına bağlı hesabın sahibi?,
“Maalesef, bunu da göremiyoruz” diyen bir ses…
Olmuyor…
Bulamıyorsunuz…
İşte, tam bir hayal kırıklığı…
Uzun süren belirsizlik …
“Kim olabilir?”

Neden ben?...
ve
Kim olabilir?...
İki sorunun cevabını merak ederek yaşayacaksınız bir müddet,
Önce çiçek…
Ardından bir mesaj…
Ve uzun bir süre sessizlik…
Sessizlik…
Her geçen gün biraz daha artan belirsizlik,
Hayatınız bütün bunlara rağmen devam edecek,
Eliniz her seferinde nota gidecek,
Notun sahibine?
Kim olabilir diye?
Ama kim olduğunu bilememek?
Günler,
Haftalar,
Aylar,
Birbiri ardına akıp giden zaman,
Hayatınıza bir anda yeni birisi girecek,
Sizi sevecek,
Anlayacak,
Mutlu edecek,
Ani bir karar…
Evlisiniz,
Parmağınızda sevdiğiniz kişinin yüzüğü,
Mutlusunuz…
Eşiniz de mutlu…
Bir yıl sonra doğan çocuğunuz da mutlu…
Günler,
Haftalar,
Aylar,
Yıllar geçecek…
Ama aklınızda hala “kim olabilir?” sorusu…
Eşiniz,
Çocuğunuz,
Ve siz…
Başka ne bekler ki insan…
Ama?
Aklınızda hala “kim olabilir?” sorusu…
Eşiniz iş’te,
Çocuğunuz okulda,
İşe gitmeye hazırlandığınız anda,
Birden kapı çalacak,
Bir anda koşacaksınız,
Kim olabilir? diye,
Kapıda kimsecikler yok…
Eşiğe bırakılmış bir sepet dolusu orkide…
Ve
Bir zarf…
Belki cevap,
Notun sahibine ait bir cevap,
Yıllardır geciken bir cevap,
Kalbiniz atmaya,
Elleriniz titremeye başlayacak,
Ve zarfın içine bırakılmış küçük bir yazıya gidecek parmaklarınız,
Okumaya başlayacaksınız:
“Seneler önce,
O yıllarca aradığın kişi…
Benim...
Yıllardır aynı yastığa baş koyduğun kişi…
Seni çok seven “yegane EŞİN…”



P.S: Hayat tesadüflerden ibarettir, aşk da öyle…

Katil

Demiş ki:
“Neden vurdun?”
O da demiş ki:
“Ona olan aşkımdan…”

Demiş ki:
“Çok mu sevdin?”
O da demiş ki:
“Haddinden fazla…”

Demiş ki:
“Yok muydu başka yolu?”
O da demiş ki:
“Olsaydı vurur muydum?”

Demiş ki:
“Nasıl kıyabildin canına,
gözlerinin içine baka baka ? ”
O da demiş ki:
“....”

Demiş ki:
“Neden susuyorsun?”
O da demiş ki:
“Yüreğimi yakan koru,
Nasıl susturabilirim ki başka...”

DÖRT MEVSİM AŞK

Rengarenk tonlarını
görebiliyorsanız
yeni açmış çiçeklerin
ve
habersiz yağan yağmurun
ardından taze toprak
kokusu heyecanlandırıyorsa sizi,

iliklerinize kadar ısıttığı,
kavurucu sıcağa aldırmadan
çıplak gözle bakıyorsanız
içine içine güneşin,
terliyorsanız gece gündüz
ve
kana kana soğuk su
içiyorsanız aralıksız,

esen rüzgarlar
size rağmen
ayırıyorsa yaprakları dallarından
ve
bu cinayete
tanık oluyorsanız,
bir kenarda oturmuş
denizin hırçın dalgalarını
izlerken üşüyorsanız
yalnız

çatlamış dudaklarınız bükülüyorsa
soğuğa rağmen,
sıcacık
yatağa rağmen
titriyorsanız sokulup
yumuşacık battaniyenin altına
ve
kıpkırmızı burnunuza
aldırmadan duyuyorsanız
kar kokusu

dört
mevsim
aşıksınız…

FAZLA FATURA

İkimiz de farklı gsm operatörlerin aboneleriydik o zaman,
Ben gelen faturanın fazlalığından yakınıyordum,
Sense beni teselli ediyordun bu aramalarda:"Kapat ben arayayım seni!"...
Ve borç dolu faturalardan geriye ne kaldığını bilmiyordum
Gsm operatörümü değiştirinceye kadar...
Ama farkındayım yine de
Ne zaman seni arasam
Tanıdık bir sesle uyanırdım her sabah:
"Kapat ben arayayım seni!
Şimdi ise 140 karakteri geçmeyen mesajlar yazıyorum
Hangi numaraya göndereceğimi bilmeden,
Malumun olsun ben sende telefon faturamı sevdim
Her geçen ay azalan miktarı sevdim,
Telefonumun yeşil düğmesine bastığım, senden gelen aramaları,
İkimiz de acemi birer faturalıydık aslında
Ve çoğu defa ne yapacağımızı bilmeden
Bilinçsizce arardık birbirimizi kabaran faturalarda...

Not: Nurettin Rençber'in "KARAGÜL" şarkısından uyarlamadır... :)

Bir Gözlem Yazısı: Kadınlar'a Dair...

Önemli bir konu üzerine araştırma yapan bir araştırmacı, kafede oturmuş, araştırma konusuna tabi tutulabilecek kişileri gözüne kestirmeye çalışıyor.
Çayından bir yudum aldıktan sonra, yan masada yaklaşık 15 dakika boyunca yalnız oturan otuzlu yaşlarda bir adamı fark ediyor.
Uygun kişi olduğunu düşünüp masasından yavaşça kalkarak adamın bulunduğu yere doğru ilerliyor.
“İyi günler, kadınların erkekleri aldatma sürecinde gösterdikleri tepki ve tepkiye bağlı tutumlarıyla ilgili bir araştırma yapıyorum.
Katılmak ister misiniz?”
“İlginç bir konuya benziyor.” diyor genç adam.
Araştırmacı, araştırmada yer alan kişilerin ad ve soyadlarının hatta mesleklerinin gizli tutulacağına ve güven konusunda herhangi bir problem yaşanmayacağına dair kısa bir bilginin ardından araştırmaya katılımla ilgili onay aldıktan sonra ilk sorusunu yöneltiyor:
“Adınız ve soyadınız?”
-“M. P.”
-“Mesleğiniz?”
-“Beklemek…”
-“…”
Kısa bir sessizlikten sonra, araştırmacı şaşırmış bir şekilde elindeki notu bırakıp, adamın yüzüne bakarak hafifçe gülümsüyor ve “Çok şakacısınız” diyor.
Genç adam, “Yoo, hayır ciddiyim” diye yanıtlıyor.
Araştırmacı, ciddiye alınmadığını düşünmüş olacak ki kafasını kaşır bir vaziyette: “Bu meslek yeni mi?” diye soruyor inanmış bir şekilde.
Surat ifadesi henüz ikinci soruyu cevapladığı ciddiyetle, adam: “Hayır, bu mesleği yıllardır yapıyorum.”
Araştırmacı bozulmuş bir şekilde hatta adamın kendisiyle dalga geçtiğini düşünerek: “Pardon, ama ankete başlamadan önce güven konusunun altını çizerek sizi rahatlatmaya çalışmıştım. Galiba hala kaygılısınız, bu yüzden mi böyle davranıyorsunuz?”
Adam oturduğu yerden doğrularak masanın üstünde duran kırmızı güle hafifçe dokunarak araştırmacıya soruyor: “Sizin hiç sevgiliniz oldu mu?”
Konunun nereye varacağını bilemeyen araştırmacı şaşırmış bir şekilde: “Birkaç kadınla beraber oldum fakat uzun zamandır hayatımda kimse yok.”
Adam, dokunduğu gülü eline alarak: “En doğrusu…” diyor.
Ardından: “27 yaşındayım, ‘15’ yaşımdan beri ilişkilerim oldu.
Şu yaşıma kadar hayatıma ‘10’ kadın girdi. ‘12’ yılın ‘10’ yılını sevgililerimi beklemekle geçti.
Yaklaşık olarak ‘43800’ gün sevgililerimi saatlere bakarak gelecekleri anı beklemekle geçti.” Henüz konuşmasını bitirmemişti ki elleri poşetlerle dolu, dudakları kıpkırmızı, bembeyaz tenli, siyah saçlı ve rujuyla uyumlu tonlarda kırmızı elbiseli bir bayan beliriyor masada.
Genç bayanın gözleri adamın üstünde ve sandalyeyi çekip oturacağı anda “Aşkım, özür dilerim, geç kaldım” diyor.
Sevgilisi olduğu anlaşılan bayan, sevgilisinin cevap vermesini beklemeden konuşmaya başlıyor: “Saçlarımı istediğim gibi yapamayınca tekrar yıkayıp fönlemek zorunda kaldım. Günün moduna uygun bir kıyafet seçmekte zorlandım, aynanın karşısında yüzümü solgun gösteren makyajı defalarca silip, sade mi yoksa çok mu gösterişli olmuş diye bir türlü karar veremedim.
Uyumlu olması açısından kardeşimin kırmızı rujunu alacağım diye akla karayı seçtim.
Evden çıkarken mağaza görevlisi aradı, geçen gün sipariş verdiğim botların geldiğini söyledi. Yol üstü mağazaya uğradım, botları denerken bizim kızlarla karşılaştım.
Ayaküstü muhabbete tuttular ve onların da gidecekleri yer senle buluşacağımız kafeye yakın olduğu için beraber yürümeyi teklif ettiler.
Ben de onları kıramadım.
Yol boyunca vitrinlere bakındık.
Güzide gözüne bir çanta kestirdi, fikrimizi sormak için bizi de mağazaya sürükledi.
Geçen gün aldığım mor kıyafetime uygun şık bir çanta beğendim. Çantalar o kadar güzeldi ki bir türlü karar veremedim.
Dayanamayıp sonunda beğendiğimi aldım. Bakmak ister misin?”
Genç bayanın heyecanı gözlerinden kaçmamış olacak ki araştırmacı kendini toplayıp adama bakıyor.
Genç adam, ciddiyetinden hiçbir şey eksilmemiş bir şekilde araştırmacıya dönüp, “Mesleğimin “BEKLEMEK” olduğunu söylediğimde beni ciddiye almamıştınız, şimdi beni daha iyi anlıyor musunuz? diye soruyor.
Araştırmacı, hiç cevap vermeden kalkmak için izin istediği sırada genç bayan, adama dönüp: “Aşkım, kim bu beyefendi?