Geçen gün Allah sizi inandırsın, 1.90 boyunda çam yarması bir çocuk gördüm, ağzının ortasına bir tane geçirmek geldi içimden de hoş uzansam dahi boyum yetmeyecek o derece uzun boylu çocuk. Götüme baka baka eve döndüm. Lanet ettim genlerime aynanın karşısında saatlerce. Babamın kromozomlarına küfrettim, oturdum kaderime sövdüm. Liseli ergenler gibi Kekillinin “Bu Akşam Ölürüm, Beni Kimse Tutamaz*” adlı şarkısını dinleyerek ölmek istedim lan. İsyan ediyorum, “Tanrım, bu canımı sen verdin boyumdan dolayı ben alayım”diye. Hatta o da yetmezmiş gibi tırnaklarımı yiyorum yemek niyetine kıtır kıtır. Ardından geçmiş günlerim geldi aklıma; bunda saat başı biberonu ağzında şapırdata şapırdata süt içen yeğenimin katkısı oldu tabi. Piç bildiğin günde 2 litre süt içiyor. Ne zaman ağlasa dayıyorum biberonu ağzına: “Mesele süt içmek değil; mesele boyunu uzatmak yeğenim” diyorum dayı* misali. Hazır mevzu süt içen yeğenimden açılmışken ilkokuldaki anımla başlayayım size.
İlkokul 4. sınıftayım, çıtı pıtı sevimli bir öğretmenimiz vardı, ince uzun burunlu bir bayan. Kadın o zamanlarda fark etmiş benim götten bacaklı olacağımı ki her gün süt içeceksin diye dikte ediyor. Tutturdu annene söyle her gün süt bıraksın beslenme çantana. Yalnız ben nefret ediyorum sütten; hala da içemem mereti. İçtiğim gün tuvalette geçiririm günümü. Bağırsaklarımla pek anlaşmaz bu sıvı. Cırcır oluyorum içtiğim gün mesela; zart zort sesleriyle günümü zehir eder bana yarım yağlı süt olsa bile. Öğretmen sadece bana değil benimle aynı kaderi paylaşan bir kız arkadaşıma da takmıştı “Sen de süt iç” diye. Şükürler olsun, bu kaderi yaşayan bir tek ben değildim o sınıfta. Kader arkadaşım, beyaz tenli, kısa küt saçlı, hafif çekik gözlü çirkin mi çirkin bir şeydi işte. Yalnız sadece süt içme konusunda değil madem ‘bücür’ bunlar yan yana otursunlar diye bizi en ön sırada oturturdu pinokyo burunlu örtmenimiz.
Sıra arkadaşım olan hatunun adını vermeyeyim; çekik gözlü ya ‘Japon’ diye bilin siz. Ben ve Japon Allahın her günü öğretmenin gönlü olsun diye sütümüzü derste mal gibi hüplete hüplete içerdik; yalnız ben çoğu zaman –örtmenim babam bana süt alamadı bugün- demagojileriyle Yeşilçam filmlerindeki küçük Emrah* gibi kaşlarımı ortada buluşturan oyuncu yeteneğimle kandırırdım örtmeni. O da inanırdı saf gibi ehue ehue: ‘Tamam’ derdi. Bu Japonla kaderimiz sadece süt ve sınıfta ön sırayı paylaşmakla kalmıyor aynı zamanda Andımız, İstiklal marşı merasiminde de ön sırada kesişirdi. Ne kadar iğrenç bir durumdur en ön sırada olmak, nasıl acımasız bir histir anlatamam demeyeceğim; anlatıyorum. Boy sırası diye diye develeri en arkalara yerleştirirlerdi bilirsiniz. Gıpta ederdim en arka sıradaki veletlere. Çok pis koyuyordu abi ön sıradan arkaya doğru bakmak. En arka sırada olmak için nelerimi vermezdim ah ah! (İnanın verdim.) Beslenme çantamdaki tostumun yarısını (içim kan ağlaya ağlaya) verdim. Sınıf arkadaşım Sarı lakaplı, uzun boylu çocuktu tostun yarısını verdiğim kişi. Çocuk, Rusların dölünden düşmüştü adeta. Uzun boylu, sarı saçlı, renkli gözlü maymun familyasından gelmiş bir gorildi. Çocukla bir sonraki gün için anlaşma yaptık; o gün ön sırada benim yerime geçecekti ben de en arka sıraya onun yerine. Piçin ağzı kulaklarına vardı duyunca anlaşmayı -özellikle de tostu- . Bildiğin aç, Afrika’dan taşımalı geliyordu okula sanki. O zamanlarda tost yemek de baya daşşaklıydı hani; belki ondan dolayı teklifimi tereddüt etmeden kabul etti.
Her çocuğun başına gelmiştir erkenden uyanmak zorunda bırakılmak, işte yine hafta içi bir gün karga bokunu yemeden uyandırılıp, o çapaklı gözlerle sabahın köründe okula yollandığımız bir gündü. Sanki bok var anasını satayım. Saat 9’da falan başlasa ya dersler, bu da ayrı bir mevzu. Neyse, deli bir sevinç var içimde, ama nasıl mutluyum. Sabah mıçarken bile aklımda arka sırada olacağımın hayali vardı. İlk kez bahtiyar bir şekilde pıt pıt gidiyorum okula. Bekliyoruz işte okulun bahçesinde; kızlar kah zıplıyor kah ip atlıyor; erkekler -bizden büyüklerimiz- sanki hayatlarında daha önce hiç oyun oynamamış abazanlar misali İspanyolların boğa güreşlerindeki boğaları aratmayan azmışlıkla oradan oraya koşturuyor itler. İzliyorum ben de bön bön. Sarı da yanımda, beslenme çantama bakıyor öküz. Dedim ya aç bu. Utanmasa hemen isteyecek ama ben de o göz var mı? Önce ‘iş’ sonra ‘aş’ dedim. Salyalarını akıta akıta “he he” dedi mal. Zil çaldı, müdür bağırıyor: “Sıraya girin, hayt huyt!” falan diye. Eee biz de koyun misali dizildik ip gibi. Tanrım, çok mutluyum. Sarı en ön sırada, ben ise krallar gibi en arkada kıçımı kaşıyorum. Oley! diye bağırıyorum içimden. Yanımdaki sınıf arkadaşımla konuşuyorum. Değmeyin keyfime lan! Sanki Osmanlı padişahı oldum devlete, o derece böbürleniyorum kendimle. Öğretmenler, sıra olduğumuz alana doğru gelmeye başladılar. Aha, bizim öğretmen! Yalnız kafamı yan taraftan uzatınca görebildim kendisini. Bizim Sarı en ön sırada boyundan dolayı fark edilmiş olacak ki öğretmen ona doğru gidiyordu. Kesin, “Oğlum, ben size –boy sırasına– göre sıraya girilecek demedim mi?” demiştir. Şu boy sırası olayını da ne diye çıkarmışlarsa küfretmek için zor tutuyorum kendimi valla billah. Hiyerarşiye adımları o zaman lanse ediliyor anlaşılan. Temeli o zamanlarda atılan şu boy sırası mantığı: “Bakın, götten bacaklılar öne, çam yarmaları” arkaya şeklinde. Bırakın herkes istediği yerde sıraya girsin abi, olmaz mı? Çok geçmeden öğretmen ve Sarı arka sıraya doğru yürümeye başladılar. Ben durumu fark ettiğim an papara yememek için iyisi mi aralardan sıvışıp önlere doğru yol almak. Ortalardan itip kakıyorum veletleri. Hah, nihayet en ön sırada Japon’un yanındayım. “Yırttık oğlum!” diyorum içimden; ama demez olaydım! Rahat! ve Hazır ol! komutlarından sonra dombilik Müdürümüz andımızı okutacak bir lavuk arıyor. Bir iki göz attıktan sonra bizim sınıfın olduğu sıraya bakıyor. En önde olmanın dezavantajları yine baş gösteriyor, shiiit durumları yani anlayacağınız. Çarşaf gibi ortada duruyoruz maalesef, saklanacak yer yok. “Sen gel!” dedi işaret parmağı beni gösteren koca parmağıyla. Al işte, “Hiçbir şeyden çekmedim boyumdan çektiğim” kadar dedirtecek bir durum. Kaçarı yok, okuyacağım eşekler gibi. Neyse, geçtim okudum, veletler de ripit aftır mi hesabı tekrar ettiler... Ezberim iyi o zamanlarda. Yalnız sonra bir köreldim ki sormayın. Üniversitede bir cümleyi dahi aklımda tutamaz hale geldim. Ama sorsanız, hangi arkadaşın ne marka kot giyinir diye hepsini tek tek söylerim; öyle de mal biriyim işte, hehe.
Sarıyla anlaşmamız gereği beslenme çantamdaki tostu paylaştım teneffüste, eee ayıp olurdu şimdi cazgırlık çıkarmak. Pisipisine gitti tostun yarısı. Piçin gözü hala beslenme çantamdaki meyvelerde. Bas git, “Afrikalı aç goril” seni! Anlaşma neyse o! Vermedim tabi beslenme çantamdakileri. O da ısrar etmedi zaten, tostu kaptığı gibi hop dışarı. Kesin kuytu bir yerde kimse görmesin diye midesine 1 dakikada indirmiştir belgeseldeki akbabalar gibi. Gitti güzelim Ayvalık olmayan, ev yapımı tostum!
Geçmiş mazimde bir yara misali bir türlü barışamadım şu boyumla. En büyük kompleksimdir Allah var. Tabi listem o kadar kabarık ki, ilk sırada götten bacaklı olmam, ikinci sırada Up* filmindeki emmioğlunun koca dolma burnu gibi olan kusurlu burnum, üçüncü sırada İstanbul’un çarpık kentleşmesini aratmayan düzensiz dişlerim ve dördüncü sırada Arnold Scwazchenger* gibi olmayan-olamayacak baklavasız, şekilsiz vücudum... Yazmaya kalksam liste bir padişahın fermanı misali uzar gider de, boş verin şimdi....Tanrım senden araba, ev, yat, kat, Adriana Lima* falan istemiyorum valla; şöyle Spartacus* gibi bir vücut istiyorum. Onu da çok görme bana agu agu. Vücut mevzusu listenin geri kalan kısmında, ben en iyisi (back to mevzu) götten bacaklı olduğum konusuna geri döneyim tekrardan. Dedim ya cins adamın tekiyim diye, nerde uzun boylu bir hatun ( kankam olur kendileri), filinta gibi delikanlı ( dostum, ev arkadaşım ve sırdaşım) birisi var, gider onlarla arkadaş olurum. Bana kaderimin bir oyunu olan bu boy kompleksi son zamanlarda iş yerindeki uzun boylu zattan
( okulumuzun en uzun boylu örtmeni ) da kaynaklanmıyor değil hani. Eziğim lan yanında o derece. Onun hormonları mı çok çalışmış yoksa benimkiler mi yerinde saymış hiç bilmiyorum. “Tanrım beni baştan yarat” diye bir şarkı var ya, aha işte o benim için yazılmış. Ciddi ciddi ana rahmine tekrar dönmek, doktorların genlerimle oynayıp beni öyle doğurtmalarını istiyorum. Ya da ilkokul sıralarına ışınlanıp sürekli mızmızlık yapıp içmediğim sütleri Pınar süt reklamındaki çocuklar gibi lıkır lıkır içmek, ardından üst dudağımdaki sütü hop diye yalayıp 1 cm falan uzamak istiyorum.
Bazen oturup düşününce suç bende değil diyorum, suç Fatmagül’de de değil! Eee suç kimde o zaman? Bütün bunların suçlusu ‘genlerim’. Sorun genlerimde abi. Büyük büyük dedelerimin -ne olurdu da deve gibi boyları- olsaydı ha? Neden geleceğime, kariyerime, prezentabl bir kişi olmama engel oldular ki? Ağzına mıçayım hepsinin; keşke Kutluay* ailesinin üyesi olsaydım ya da NBA’daki Jordan*’ın oğlu olsaydım diye düşünmüyor değilim ara sıra.
Annem, babamla evlenmeden önce geleceğimi düşünüp reddetseydi babamı keşke. Ama nerdeee? Hepsi baba tarafının suçu, işte buldum sorunu. Babamın genlerinde problem! Oysa bak anne tarafına; dayılarımın hepsi deve gibi ama ben cüce. (Hep nefret etmişimdir zaten şu deve-cüce oyunundan ilkokul sıralarında.) Duygusal çöküş yaşadığım oyunlardan birisi: deve- cüce; yok ebenin....!!! Birileri cüce olduğumu sürekli hatırlatmak zorundaki öyle bir oyun bulmuş mallar peh! Ama anneme de kızmıyor değilim. Neden yumurtalıklarıyla konuşmadı ki gizli gizli, babamın kromozomlarını dövdürüp sadece onunkileri işleve soksaydı, olmaz mıydı? Of oğlum of! kimi suçlayacağımı şaşırdım Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisindeki Mustafa* gibi...
Bildiğim bir tek şey var o da: “İçime ata ata ne hale düştüm tuta tuta boyum uzamadı.” Hayır ilerde çocuklarıma bunun hesabını nasıl vereceğim, onu düşünüyorum şimdiden. Çocuklarım ve torunlarım, boyumdan dolayı sövmezler mi bana? Adıma lanet hutbesi indirmezler mi gece gündüz? Ne yapayım oğlum, evladım benim suçum yok bütün suç dedenizin genlerinde mi diyeyim? Ya oturup kaderlerine ağlarlarsa onlar da benim gibi sabah akşam? Ya beni götten bacaklı tontiş dede diye çağırırlarsa? Beyinlerinin pekmezini akıtırım yeminle. Bastonumla kırarım hepsinin bacaklarını tek tek. “Hayda rinna rinna ninanay” derim lan, ben ki Deli Yürek* izlemiş biriyim ona göre ayaklarını denk alsınlar. Acımam yeminle, sıkarım bacaklarına Polat* gibi veyahut Sekiz* karakteri gibi psikopata bağlarım hepsini vesselam...
*Bu Akşam Ölürüm, Beni Kimse Tutamaz: Murat Kekilli’nin 90larda çıkış yaptığı ve ardından gelen intihalarla ergenleri tuzağına düşüren melankolik intihar şarkısı.
*Dayı: “Tekrarı Olmayan” Ezel dizinin daşşaklı yaşlı dayısı ve durduk yere nasihat vermeyen, her nasihatında “Yeğenim” diyen herif.
*Küçük Emrah: Türk Sinemasının unutulmazlarına giren annesi ,amcası tarafından fiki fiki için kandırılan, kaşlarını ortada buluşturup türünün ilk ve son örneği olan mazlumun teki.
*Arnold Scwazchenger: Hemen hemen her erkeğin hayalindeki kaslı vücuda sahip ve milyonları body-building için spor salonlarına dolduran Germen kökenli ABD vatandaşı ve şu an pörsümüş vücuduyla Californa eyaletinin valisi.
*Up: Aşkın ne demek olduğunu öğreten dolma burunlu Carl Fredrickson karakterinin bulunduğu ABD yapımı, Oscar’a aday gösterilen animasyon film.
*Adriana Lima: Çoğu 'Abazan' erkeğin evinde bulunan FHM, Boxer dergilerinin kapak yıldızı, osbir çektirecek derecedeki seksiliğiyle erkeklerin hayallerini süsleyen manken hatun.
*Spartacus: Son zamanlarda Starzz adlı kanalda izlenme rekorları kıran, dal daşşak ortada gezinen Gladyatörlerin cirit attığı arenalarda, işte Gladyatörlük budur! dedirten, erotik-porno karışımının doruklarda tutulduğu dizi ve dizinin adını aynı zamanda kendi ismiyle paylaşan kaslı ve savaşçı karakterin ta kendisi.
*Kutluay: Çocukları uyutmak için saat 9’dan 10’a kadar reklam aralarında pırtlayan ve Demet Akalın'ın eski vurucusu olarak bilinen, şu an Demet Şenerle evli ve bir çocuk babası İbrahim adlı uzun boylu basket oyuncusu.
*Jordan: Beynel-milel üne sahip, NBA’nın gülü, kodum mu oturturum deyip basketi 3’lük atan negro basketçi.
*Mustafa: Fatma Gül’ün Suçu Ne? adlı dizide dillere destan güzellikteki nişanlısının tecavüze uğradığını öğrendikten sonra kendi elleriyle yaptığı evi ateşe veren, ilerleyen bölümlerde İstanbul’a iş için giden ve tecavüzcülerle iş birliği yapan dangoz herifin teki.
*Deli Yürek: Kuşçuya gidip çay parası ödemeyen Yusuf adlı karakterin oynadığı, silahların an be an konuştuğu 1999 yapımlı Türk dizisi.
*Polat: Türkiye’nin gerçeklerine çomak sokan Kurtlar Vadisi ve ardındaki serilerle -hatta filmi çekilmiş- yıllardır maço Türk erkeklerini ekrana kilitleyen, sürekli kanal değiştiren dizide oynayan zat.
*Sekiz: Türk dizilerine yeni bir soluk getiren Ezel dizine birkaç bölümlük girip, Türk erkeklerin saçının ve sakalının değişmesine öncülük eden, kaşı üstten şekilli yarılmış, genç kızların yüreklerine su serpen, aynı zamanda Aşk-ı Memnu dizinden de tanıdığımız yengesini baştan çıkaran ve fırsatını bulduğu an yengesini mincikleyen dahası Arap kanallarında meşhur olmuş, EZEL dizisinin reytinglerine reyting katan hastalıklı psikopat, 8 rakamıyla anılan filinta delikanlı.