13 Mart 2011 Pazar

Libidon mu Var, Derdin Var


Hiç dikkat ettiniz mi, etraf abaza kaynıyor, maşallah! Nereye giderseniz gidin, sizi dikizleyen bir çift göz kesinlikle vardır: sokakta, alışveriş merkezlerinde, otobüste, vapurda, iş yerinde... Hemen hemen her yerde avlanmaya çıkmış bir avcı ve avlanacağından habersiz bir av mutlaka mevcuttur. 

İster kadın olun, ister erkek; kurbanı olduğunuz bir abaza olmuştur hayatınızda. Ha, kadınsanız, çekici bir güzelliğiniz varsa ve dahası modayı takip edip “dar beyaz pantolonun içine siyah tanga ve ikizleri gösteren dekolteler çok moda” diye giyiniyorsanız” siz zaten çoktan hedef alınmışsınızdır. Peki, erkekseniz ve sıradan bir fiziğiniz, üstüne üstlük kocaman bir burnunuz varsa; bütün bunlara rağmen yine de sözlü tacize uğramışsasınz eğer, şu sözü sarf etmeniz kaçınılmazdır:Yalandan, yılandan, akrepten, hatta 04 alan öğrenciden korkmam, cevap vermedim diye laf atan "Züleyhalar"dan korktuğum kadar.” Hazır durum bu noktaya gelmişken ister istemez, “Sigmund Freud, analyze this, analyze this!” diyen Madonnaya kulak vermekten başka çare kalmıyor. 

Libido, Freud amca tarafından ortaya atılmış, insanoğlunun ana sorun kaynağı olarak görünen ve bastırılmış duyguları insan benliğinde ateşleyen terimdir denilebilir kısaca. Yalnız, Türkçede insana yaşama gücünü veren enerji olarak kullanılması daha caiz olarak kabul görür. İnsana yaşama gücü veren enerji deyip geçmeyin sakın. Çünkü hormonlarınızı devreye sokan, ‘testesteron’ ve ‘östrojen’ hormon üretimi libidonun çalışmasıyla ters değil tamamen doğru orantılıdır. Ne yani, libidomuz var diye abaza mıyız diyenler çıkacaktır belki. Ama eğer hormonlarına dur demeyi bilmiyorsan, değil abaza, tecavüzcü Coşkun sendromu yaşaman an meselesedir. Hayatta her şey bir denge üzerine kurulmuştur, bilirsiniz. Lakin, bu dengeyi alt üst eden beyni uçkurunda gezen tiplerle bu denge ‘istisnalar kaideyi bozar’ dedirtiyor ne yazık ki. Kısacası şunu demek istiyorum arkadaş: Sapıksınız! Evet, yanlış duymadınız, kontrolsüz libido, libido değildir. Başınıza ne gelirse gelsin, hepsi libidolarınızı ölçülü olarak kullanamamaktan kaynaklanıyor. Geri kalan her şeyi, Türk polisi hallediyor zaten. Dua edin, Suudi Arabistan'da yaşamıyorsunuz, yoksa çoktan hadım edilmiştiniz, benden söylemesi.

Yıkarı tükürsen libido, aşağı tükürsen libido durumları yaşayanlar çok iyi bilir. 7/24 porno izleyenlerin suçu ne diye sorarsanız? “Libido” diye cevap vermem olasıdır. Peki, porno dahi izleyemeyen köydeki çoban ne yapsın? Hayır, hemen aklınıza kötü şeyler getirmeyin, gayet iyi niyetli olduğunu çok iyi biliyoruz ama onu mıncıklayan cinsel dürtülere dur diyebiliyor mu? Ya da en son gazetelerin 3. Sayfa haberini süsleyen “Tavuğa Tecavüz Rezaleti” buna ne diyeceksiniz? Neyse, ben bu konuyu çok fazla uzatmadan şöyle söyleyeyim: İçinizdeki libidoya gerek duymadıkça, dur deyin! 

Not: Yani siz Nuri Alço’yu sevmiyorsunuz diye, Nuri Alço’nun kolanıza ilaç atıp libidolarına dur demesi şart mı?

10 Mart 2011 Perşembe

Hasretinden Sivilceler Patlattım


Mustafa Ceceli modunda “Bekle, bekle...” şarkısını söylüyorum son zamanlarda. İçim dışım arabesk oldu, ama hala yaz gelmedi. Sivilcelerim toki misali yüzümün her tarafını bastı. Hani, Toki olsa iyi de, benimkiler İstanbul’un çarpık kentleşmesini bile geçtiler; rekor seviyede yüzümü istila etmiş durumdalar. Ölüm döşeğindeymiş gibi sabah akşam “Yeter artık!” bitsin bu çile demekten yemediğim tırnak kalmadı parmaklarımda. Hoş, ayak tırnaklarıma geçecektim ki, son anda TV’de gördüğüm flaş haberle vazgeçtim. Zaten, çok geç uzuyor meretler; bir de neme lazım, yarın öbür kanser teşhisi için hastanenin yolunu tutunca doktorlar, “Hani oğlum sen de tırnak yok, git uzat da öyle gel...” demesinler diye itinayla saklıyorum onları yememek için.

‘Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır’ dedik; ama soğuklar bir türlü yakamızı bırakmadı. Zavallı kediler bile soğuktan tir tir titremekten birbirlerine kur yapamaz oldu. “Mırrrr” sesleri de yalan oldu. Geçen gün sokakta yürürken, kedinin teki, “Abi, hava durumuna baksana benim için, yarın güneşli mi, ona göre seyre dalacağım, der gibi suratıma öylece baktı. Haklı garibim, kıçını mı düşünsün yoksa fiki fikiyi mi? Neyse, önümüz Nisan ayı havalar ısınır da işlerine bakarlar kediler, canlarım benim! Havalar bir ısınıyor, bir soğuyor, arkadaş. Güneş ucundan gösterip, ardından “Nah size!” diyip bulutların arkasına saklanıyor. Hazır Mart ayı, kedi ayı demişken; şu Mart ayının nedense benim için ayrı bir yeri var. Yılın üçüncü ayı’nı kutsal bir ay ilan etmemin nedeni de çok sevdiğim değerli bir hatunun bu ayda doğması. Hayatınızda anlam ve önemi olan insanlar çok azdır, bu yadsınamaz bir gerçek; ama şu -can ciğer kuzu sarması- insan etimi kesse gıkım çıkmaz, bak burası kalmış kesmediğin orayı da kes derim başka bir etimi sunarak, yeminle. Başıma almadığım bela, girmediğim tehlike, yemediğim papara kalmadı bu güzel insan sayesinde. Allah sizi inandırsın, gel canını ver dese, o derece veririm yine de. 

En çok regal olduğu günlerde sıçmıştır ağzıma,
Onun dışında kilerini de takan yok zaten kafaya,
Öyle bir bağımlılık yapar ki insana,
Kapısının zilini çalıp kaçası gelir insanın sırıta sırıta
Al bak şiir de yazdırdı sonunda baa...

Milyonda bir bulunan nadir insanlardan biridir -çilli bomum- benim. Gençlik başında duman, ilk bayan kankan kim deseler, o’dur derim, inan. Birkaç kavga dışında -kafa göz patlatmadan- hafif atlatmışızdır o zor zamanları. Öyle bir veba ki, insanın hep hasta olası geliyor bu insanla beraber olunca. Araya kilometre mesafeler girdi, karnında laptop’ı sağında küllüğü ve bir yandan da akrobasi hareketlerle elinde çay bardağı hala gözlerimin önünde. Burnumda tütüyor üniversite yıllarında beraber yediğimiz haltlar. Nerde bir bok var, gider oraya bulaşırdık beraber. Eee, boşuna dememişti annesi, “Çok gezen tavuk, ayağına bok bulaştırır diye!” Şey, teyze valla ben horozum; hepsi onun suçu da diyemiyordum annesine. Ne yani bu yaştan sonra da ispiyoncu mu olacaktım, canım teyzem benim? Hele bi ağzımı açayım, Adana şivesiyle “Aboov, göt, bok seni” der, 1. sınıfta grammar dersinde sıkıntıdan en arka sıraya geçip oynadığımız S.O.S oyunundaki gibi üstümü çizerdi vallahi. Üstümü çizmek bir yana donumu asardı fakültenin bacasına. Kıyamaz lan, kankam bana. Öfkesi tam tamına 10 saniye sonra bir balon gibi sönüyor, hem de öyle bir sönüyor ki, sonrasındaki artçı depremler laf sokuşlarına bırakıyor yerini. “İntikam, soğuk yenen yemektir” ayağına yatıp tuvalette bile huzur vermez. Huzur verse, çok geçmeden “Ne pis kokutmuşsun lan?” der sifonu çeker, salona girer, Facebookta yorumlarıyla ima eder.

Gel gelelim okul bitti, çattık kaşları, ayrılık baş gösterdi. O baba ocağında beynel-milel sales manager, ben de okutman hayaliyle deneyim yaşadığım okulda öğretmen. O Akdeniz’de, ben Güneydoğu’da. O arada bir İstanbul’da, ben Mardin’de. O evlenme telaşında, ben nikâh şahidi olma derdinde. Ne olursa olsun, o bir gün benim ziyaretime gelecek ve anamın meşhur kaburga dolmasının tadına bakacak. Bakacak bakmasına da havalar da bir türlü ısınmadı gayrı, valla ‘hasretinden sivilceler patlatmak’tan sıkıldım. Gelsin artık bahar ayları, up’lansın kankamın libioları...


Not: Kredi kartına 24 ay taksit yaptırmaktansa, sağ yanağına tokat yerken, sol yanağını çevirdiğin bir kanka yap, hayat o zaman paha biçilemez olsun!

Dersimiz Laga Luga

-Yeni nesil öğrenci şarkısı -

Öğretmenim belam benim, belam benim.

Seni ben pek çok, pek çok üzerim,

Sen bir cefa, sen bir kaka,

Korkulu rüya oldun artık bana,

De get, terk et ve nihayet,

Yurda zarar bir insan et.

9 Mart 2011 Çarşamba

Mağdurum da Mağdurum!


Son zamanlarda yaşadığım dramı, annem ve babam kâhin Nostradamus gibi 15 yıl önce tahmin etselerdi, elimden tutup okula götürdükleri güne lanet eder, beni okuldan alıp bir oto tamircisine verir “Eti senin, kemiği bizim hesabı al bu çocuğu üniversite okuyup işsiz kalacağına, bir iki vida sıkıp buji temizlesin de meslek sahibi olsun,” derler miydi, derlerdi valla.

Vatana millete hayırlı bir evlat olayım diye ailem beni hiçbir masraftan kaçınmadan orda burada sürtüp cakas atmasın da, malum -hayat şartları- biz okumadık bari o okusun diye yıllarca okuttular. Zorlu bir sınav sonunda nihayet üniversiteye kapak attım, attım atmasına da tam tamına 5 yıl okudum anasını satayım. “Okudum da ne oldu” demiyorum elhamdülillah üniversiteliyim. Buraya kadar bir problem yok zaten. Dedim, ailem benimle gurur duysun, konu komşu arkamdan “Aaa bak oğulları üniversite okumuş hem de 5 yıl” desin. Annem, altın günlerinde “Benim oğlum İngilizce bölümünde okuyor” diyip atsın havasını. Yalnız kadın nerden bilsin işin üniversite okumakla bitmediğini. Allah bilir, komşular şimdi “Bak mal oğulları üniversite okudu hem de 5 yıl ama bir ipe sap olamadı” diyorlardır. Neyse, derdim zaten kıçı kırık, çemçük ağızlı komşularla değil. Murphy amcayla derdim varmış da haberim yok. Ciddi ciddi benimle dalga geçiyor diye düşünmeye başlamadım değil hani. 

Anne, ben okutman olacağım deyi tutturdum. “İyi hoş, Allah yolunu açık etsin” dedi valide. N’apsın zavallı, hep saygı duymuştur kararlarıma, sağ olsun. Eee, madem okutman olacağım 2 adet deli saçması sınava girmek gerekir, değil mi? Ki ikisine de girdim. Gayet iyi puanlar aldım. Gerçi bana göre iyi ama iyi lan işte, daha ne olsun! Her neyse, yaptım başvurumu birkaç üniversiteye nihayetinde 1 üniversitenin ön değerlendirmesine girebildim. Ha bu arada da ücretli amelelik yapıyorum. Deneyim diye tutturmuş üniversiteler, “Deneyimli olsun, daşşaklı olsun da ne olursa olsun” diye. Ben de öğretmenlik görevini icra ediyorum deneyim uğruna anlayacağınız. Aldım iznimi gittim girdim sınavıma. Şöyle böyle yaptım soruları. Birkaç gün içinde de sonuçlar açıklandı.“Torpilli olmadığınızdan dolayı değerlendirmeyi geçemediniz! Biz tanıdıkları aldık, koçum” dediler. Dedim vardır bir hayır bu işte, olsun önümüzdeki maçlara bakalım. “Beni kaybettikleri için onlar üzülecek,” diye de kendimi avutuyorum aynı zamanda. Yalnız, bu arada da boş durmuyorum bebelere İngilizce öğretiyorum ha. Her Allahın günü ilanları takip etmekten de geri kalmıyorum. Sanki bütün üniversiteler kendi aralarında anlaşmış gibi “Yeter artık mına koyim, daha okutmana ihtiyacımız yok!” der gibi ilanlar bir anda kesildi. Ah Murphy ah, gözlerin çıksın emi!  

Geçen yıl başvurmaktan son anda vazgeçtiğim Comenius dil asistanlığı için, “Dur, geçen yıl kaçtım bari bu yıl başvurayım” dedim. Özene bezene hazırladım evraklarımı, yolladım Ankara’ya. Birkaç hafta sonra da haber salmışlar: “Okeyto yeğenim, belgeler elimize ulaştı.” Bende de az biraz umut var, gideceğim yurt dışında babalar gibi asistanlık yapacağım, memlekete döndüğümde de “Avrupa görmüş” biri olarak milletin diline dolanacağım. Çok mutluyum lan! Bir de Murphy amca artık benim peşimi bırakmıştır, sonuç olumlu olacak diyorum, pozitif afirmasyon anlayacağınız! Birkaç gün sonra mail atmış yavşaklar, “Yok, efendim sizin ‘öğretme niteliğiniz’ var da yok efendim siz son sınıf öğrencisi değilsiniz de, sizi nah alırız” demişler. Anlayacağınız, tırt bir nedenden ötürü onlar da siktiri çektiler işte! Dedim, bırak abi, vardır bir hayır bu işte de. Önündeki maçlara bak sen. Ne de olsa Murphy amca bir günlüğüne seks yapmaktan harap ve bitap düşer, seni unutur. Dedim demesine de, Allahsız yakamı bırakmıyor. En son Avrupa Birliğinin ‘dilbilim asistanı’ ilanına da göz atmış piç. Gelen mailde “Kusura bakmayın, üzülerek size “nanay” diyoruz, hadi başka kapıya”. Ulan, o anda da bastım küfürü. Murphy!!! Abi, ne istiyorsun benden? Bu kadar bezdiri yetmez mi? Git başka bir eleman bul kendine. Ee olur mu? Bulmuş benim gibi miskini, vazgeçer mi kitapsız?

Baktım, her geçen gün kafayı yiyorum, surat sanırsın yerlerde, libidolar düşük! Sen iyisi mi kalk başka ilanlara bak. Sanki makineye bağlı bitkisel hayattaymışım gibi muamele çekiyorum kendime: “Allahtan ümit kesilmez” diye. “Avrupa Avrupa duy sesimi, bu gelen mağdurun ayak sesleri” heyecanıyla bir ilana başvurdum. İlandaki tüm koşulları taşıyorum, “Oh bu sefer olacak” dedim. Kesin alırlar beni, kesin! Benden daha iyi bir proje asistanı bulurlar mı? Mis gibi ver elini Avrupa, tut tutabilirsen beni! Uçuyorum resmen havalarda. Demet Akalın şarkısı dinliyorum, “Olacak Olacak.” Yok, Demetçiğim olmadı bu sefer de: “Başvurduğunuz ilan bütçe kaynaklarından dolayı durdurulmuştur” dedi adiler. Gel de delirme, gel de kafayı yeme! Beni mi buldu lan bütçenin kaynakları, it oğlu itler? Bu kez daha itinalı, daha sağlam küfürleri bastım Murphy’e. Bir ara bize gelsin, annem kesin terlikle dövecek onu. “Bu okutmanlık reddi için, bu dil asistanlığı nah’ı için, bu dilbilim asistanlığı nanayı için, bu da proje asistanlığı iptali için” diyerek pata küte girişip her tarafını morartacak Murphy’nin. Ben de, “Nıhahahah!” naralarıyla “alıcam kırbacı vuracam beline”, “vuracam beline” Öksüzler filmindeki Şişko Nuri’nin unutulmaz repliğini tekrar ede ede...

Ha bu arada, bu yazıyı okuduktan sonra “Baba beni okula gönder” kampanyasına karşı çıkmak için Milli Eğitim Bakanlığı’na telefonlar yağdırıp o da yetmezmiş gibi meclisi basmak için kendilerine hâkim olamayacak velilere sesleniyorum: “Mağdurum da Mağdurum!”

Not: Eğer 24 yaşındaysanız ve başınızda Murphy gibi bir bela varsa, hayat çok b*ktandır!

7 Mart 2011 Pazartesi

HANİ BENİM ‘ZARA’ DONUM, ANNE?


Tam tamına dokuz ay önce almıştım en sevdiğim yeşil renkli boxer’ımı. Boxer diyip geçmeyin ha. Bu bildiğiniz beyaz slip donlara benzemiyor. Hem pahalı hem de şu Andrew Christian reklamlarındaki donlar kadar gösterişliydi benimkisi de. Hemi de ‘Zara’ marka. Ah anne, ah! Fiyatını duysaydın belki daha hassas davranır o güzelim donumu çöpe atmazdın. Belki diyorum, ama 39.90 liraya aldığımı duysaydın attığına üzülür üstüne de o dona bu kadar para mı verilir diye azarlardın.

Ahmet Kaya isyanına benzer çığlığım geçen gün elbise dolabıma baktığım an başladı. Mis gibi aklanıp paklanıp banyodan çıkıp don aradığım an fark ettim o nadide parçanın yokluğunu. Sağa bakıyorum yok, sola bakıyorum yok! Dolabı alt üst ettim, yine yok! Üstümde bornozum, her tarafı talan ediyorum, resmen. Ama yok, sanki yer yarıldı da içine girdi dedirtecek kızgınlıkla boğuşuyorum dolapla. Neyse, bu halimle annemin karşısına çıkıp, “Anne benim yeşil boxer’ım nerede?” diyemezdim. Başka bir don giyinip, sonra sorardım hesabını! Ki zaten öyle yaptım. O kadar sinirliydim ki anlatamam, sanki evladını kaybetmiş bir baba gibi bir hışımla odadan çıkıp salonda kanepede uzanan anneme, “Hani benim Zara donum, anne? diye sordum. Kadın, nerden bilsin Zara markayı, bilse bilse türkücü Zara’yı bilir. Ben en iyisi sorumu değiştirip, “Anne, benim yeşil bir tane donum vardı, hani? Onu gördün mü? dedim. “Ha, o mu? oğlum ben geçen gün çöpe attım” dedi. İşte o an başımdan kaynar sular döküldü. Hani, filmlerde olur ya, jön bir anda dona kalır (bildiğiniz freezlenmek bu) ve kamera zum yapar yüzüne doğru. Nasıl bir surat ifadesi aldı suratım o esnada görmeliydiniz. Bunu bana nasıl yaparsın anne ya? Canımdan sakındığım, etiket fiyatını sakladığım o güzelim yeşil boxer’ımı nasıl atarsın anne? diyemedim, tabi. “Kadın, oğlum sapık mısın sen?” “İnsan donunu canından sakınır mı diye düşünmesini istemedim galiba. Sebebini sormak lazımdı yine de. “Peki niye attın anne?” diye sordum. Cevabı gecikmedi tabi, “Oğlum alt kısımda irili ufaklı delikler vardı, dikmeye çalıştım ama olmadı, zaten eskimişti.” (Ne eskimesi anne, o eskir mi hiç? Ben onu pazara kadar değil mezara kadar götürecektim.)
-“Ne oldu oğlum, niye bu kadar üzüldün?”
-“Of anne, ya keşke bana sorsaydın atmadan önce.“

Tabi bunu söylerken ses tonumu yükseltmiş olmalıyım ki, kadın bir anda uzandığı yerden fırladı. “Aman, alt tarafı bir don işte. Niye bu kadar dert ettin, anlamıyorum.” (O don değildi anne, boxer hem de markası Zara olan bir boxer!) “Oğlum, Zara mara anlamam ben.” Eskimişti attım işte,” dedi mi dedi. Hayır, fiyatını da söyleyemiyorum. Söylesem belki neden bu kadar üstelediğimi anlayacak, ama korkuyorum aynı zamanda ipleri kendi eline alıp iyi bir papara yedirecek diye sustum. Çok geçmeden, bir dedektif gibi olayın peşini bırakmadım ve sormaya devam ettim. “Peki, ne zaman attın?” “Bir hafta geçti üstünden,” dedi rahat bir ses tonuyla. Bir hafta ha? dedim, içimden. Yok abi, çabalarım, sorgulamalarım işe yarayamayacak biliyorum. Atmış işte, kadın; daha neyin peşindeyim, ben de bilmiyorum. Ben en iyisi mutfağa gidip bir bardak soğuk su içeyim. Ardından da boxer’ın etiket fiyatının olduğu kutumu açıp ona bakayım. Sen de mal mısın kardeşim, İnsan etiket mi saklar diye düşünebilirsiniz? Saklıyorum yeminle, ara sıra tek tek etiketlere bakıp, kendime ne kadar özen gösterdiğimle ve kendimi şımarttığım anlardaki heyecanımla gurur duyuyorum, abi olamaz mı? 

Yeşil Zara boxer yok artık, ‘O şimdi çöpte.’ Ah, canım boxer’ım, kim bilir hangi eller alıp giyecek seni? Belki bir sokak çocuğunun burun kıvıran acımasızlığıyla bir kenara atılacaksın, belki de çöp yığının olduğu yerde öylece toprağa terk edileceksin. Kim bilir belki de çoktan birilerini ısıtıyorsundur. Ben senin kıymetini bilemedim. Özür diliyorum lan senden! Ama şunu unutma ki sen benim etiket fiyatlarını sakladığım kutuda yaşayacaksın. Ahdım olsun, senin yerine başka bir don almayacağım. Hoş istesem de alamam -ücretli maaşımla- da, hani olur da iyi bir işim olursa düşünebilirim, kızma, okeyto?

Siz siz olun, canınızdan sakındığınız, hiçbir masraftan kaçınmayıp aldığınız değerli en ufak bir parçayı dahi ilaç kutularında yazan “Çocukların ulaşamayacağı yerde muhafaza ediniz” itinasıyla annelerinizin göremeyeceği özel bir yere saklayınız! Benden söylemesi...

Not: Don candır, don hayattır; kim ne derse desin, don erkeğin parçasıdır hatta mirasıdır...

6 Mart 2011 Pazar

Öp Öp Doyamadık!

Bir toplumun yapısını en ince ayrıntılarıyla ayrıştırıp üzerinde konuşulacak olursa eğer ilk olarak örf ve ananelerine bakılır, ardından potansiyel abazan gruplara, beyni uçkurunda gezinenlere ve daha sonra tansiyonu yerine libidosunu ölçtürenlere... Peki öpmeyi bir alışkanlık haline getirenleri listenin neresine koyacağız? Hiç saydınız mı günde kaç kez öpüştüğünüzü? Siz boş yere kendinizi yormayın; çünkü Tarkan hepinizin yerine düşünüp öpmenin ne demek olduğunu sosyo-kültürel bir dert edinerek şarkısında bas bas bağırmış zaten.
            ‘Öpmek’ sözcüğü TDK’nin sözlüğünde tam olarak şöyle tanımlanıyor: “Sevgi, saygı, bağlılık, teşekkür belirtmek amacıyla dudaklarını bir şeye veya birine değdirmek.” Ne kadar masumane bir tanımlama? Türk Dil Kurumu çalışanları 1 saatliğine sokağa çıkıp öpme eyleminin nasıl gerçekleştiğine dair bir izlenimde bulunsalar, eminim sözlükteki tanımı yeniden yazarlar. Hatta bırakın sokağa çıkmayı, Ramazan bayramında benimle beraber halamları ziyaret etmeye gelsinler, yeminle bir dakika bile sürmeden tanımı değiştirmek için ivedilikle kuruma gidip bir an önce kollarını sıvarlar. Tanrım, o nasıl bir öpmektir öyle! En büyük halamdan başlayacak olursam, hiç de başlamayı istemezdim ama suratımı basan o salyalar, o tükürükler (yazmaktan bile tiksiniyorum şu an) o derece midemi alt üst ediyor. Kadın değdirmiyor abi, resmen suluyor yanaklarımı, bir bahçıvan edasıyla. Ee, ben de ayıp olmasın diye kazağın koluyla -yanında silemiyorum tabi- bir anlık fırsattan istifade hoop diye yanağı silme becerisini saniyelik hızla gerçekleştirip öyle dönüyorum kendisine: “Bayramın kutlu olsun, halacığım, ehue ehue.” Ne mutlu bana ki, üniversite yıllarında memlekete gitmediğim için yıllarca bu duruma maruz kalmadım. Önümüz bayram, anasını satayım. Şimdi kara kara düşünüyorum, bayramda nereye gitsem de kurtulsam halamın salyalardan.
            Hadi bayramları, özel günleri salyalarıyla bir kenara bırakıp, sabah-öğle-akşam-gece dörtlemesindeki öpüşmelere ne demeli? Yahu, ne kadar çok seviyoruz mucuk mucuk öpmeyi. Aha kanıtı: 

(Sabah-09.00)
Aslı ve Mehtap, iki arkadaş kampüste karşılaşırlar.
Aslı: Aaa, merhaba canım” mucuk mucuk..
Mehtap: “Öğleden sonra sinemaya gidiyoruz değil mi?”
Aslı: Tabi ki, gidiyoruz. Ben eve gidip, hazırlanayım. Çıkmadan önce seni ararım.” Mucuk mucuk...
(Öğle-12.00)
Mehtap: Canım nerde kaldın, ağaç oldum seni beklerken. Mucuk mucuk.
Aslı: Bebişim, otobüs bulamadım; anca gelebildim.
....
Mehtap: Ay, film çok güzeldi, bayıldım. Aaa, dur bak mesaj geldi Murattan, akşam bir şeyler içelim mi diyor.
Aslı: Aaa, evet ya! Ne zamandır dışarı çıkmıyoruz. İyi gelir, valla.
Mehtap: O zaman akşam 21.00’da Kiss Pub’ın önünde buluşuyoruz. Mucuk mucuk...

(Akşam-21.00)
Aslı: Ah, bidenem ben erken geldim valla. Mucuk mucuk. Sen hazırlanamadın, değil mi?
Mehtap: Evet ya... Biliyorsun manitam yok; belki pub’tan bir tane kaldırabilirim diye şöyle şatafatlı bir şey giyineyim dedim, aha aha.
Aslı: İyi yaptın, bebitom.
İlerleyen saatlerde...
Murat: Kızlar biz kalkıyoruz, Selvi’nin uykusu gelmiş. Sizin durumlar nasıl? Sizi bırakayım mı?
Aslı: Yok, canım biz biraz daha takılacağız. Mehtap babasının arabasını almış. Free’yiz bebişim, ehe eheh.
Murat: Tamam o zaman. Mucuk mucuk...
Selvi: İyi eğlenceler bebişler. Mucuk mucuk..

(Gece- 01.00)
Mehtap: Ben daha fazla içmeyeceğim, malum kontrol falan olur bu saatte. Kalkalım mı?
Aslı: Ayy, minnoşum, manita falan yok! İyisi mi kalkalım valla.
Mehtap: Peki, ben seni eve bırakayım.
Aslı: İşte, burası. Tamam canitom. Çok sağol. Mucuk mucuk...
Mehtap: Mucuk, mucuk.  İyi geceler, beybi...

            Yani, şu yukarıdaki tablo gerçekten Tarkan’ın dediği gibi “öp öp doyamadım” olayını apaçık kanıtlıyor. Sıradan bir günde Aslı ve Mehtap durduk yere Ajdar’ın Çikita muz şarkısındaki gibi habire şap şup öptüler birbirlerini. Eminim, sizin de öyle alışkanlıklarınız vardır. Hiç inkâr etmeyin, valla billah öperim sizi şap şup. 


Not: Sabah-akşam, gece-gündüz hiç durmadan sanki birbirinizi yeni görmüşçesine şap şup diye öpüşüyorsanız, bilin ki siz katıksız, gdo’suz, tam yağlı bir Türk’sünüz ...